Ayasofya'nın tekrar cami statüsüne alınması kapsamında Diyanet İşleri Başkanı'nın cuma namazı hutbesinde sarf ettiği kontrolsüz sözleri dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (DİB) devlet içindeki konumu kamuoyunda tekrar tartışılmaya başlandı. Devlet memuru konumunda olan sayın Başkan, mabet kürsüsünden, bir vakfın vakfedenin iradesinde öngörülen amacı dışında kullanımına vesile olanlara lanet edince, dolaylı biçimde de olsa Ayasofya'yı müze statüsüne çeviren Atatürk'ü "lanetlediği" düşünüldü. Sonradan yaptığı açıklamada, bu sözleri ile geçmişi (Atatürk gibi geçmişte ölenleri) kastetmediğini belirtti. Bu kez de akla, geçtiğimiz yıllarda bu iktidar döneminde siyasi kararlarla kapatılıp devlet mülkiyetine geçirilen çeşitli vakıflar (Vakıflar Bankası ve KHK'lerle kapatılan vakıflar gibi) geldi!
Kastı ve amacı ne olursa olsun, bu noktada anayasal ve hukuksal açıdan tartışmaya değer sorun, laik bir devlette din ve ibadet işlerine vaziyet etmeye resmi olarak yetkili bir idari kurumun varlığının anayasal laiklik ilkesi le bağdaşıp bağdaşmayacağı konusu.
Öncelikle vurgulamak gerekir ki bu konuda halen yürürlükteki Anayasa'da çok açık bir hüküm var:
Anayasa (m.136), din ve ibadet işlerine vaziyet etmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı adıyla bir idari kurum kurulmasını zorunlu tutuyor. O halde dinsel hizmetlerin ve ibadetin devletçe organize edilmesi ve gerektiğinde denetlenmesi anayasal açıdan zorunlu. Dolayısıyla böyle bir kurumun hukuk sisteminden çıkarılması için her şeyden önce Anayasa değişikliği gerekiyor. DİB, yapısı ve görevleri ile Anayasa'nın özel önem atfettiği bir kurum.
Anayasa'nın aynı hükmü DİB için üç hukuksal kural öngörmüş. Anayasa gereği uyulması hukuken zorunlu bu kurallar şunlar:
Peki DİB'in yöneticileri bu hukuksal kuralları ihlal ederse ne olur? Hukuksal yaptırımı nedir?
Her kamu görevlisi için olduğu gibi bu kamu görevlileri için de kanun ve Anayasa ile kendilerine verilen görevleri açıkça ihlal etmenin en başta gelen cezai yaptırımı (başka bir özel suç oluşturmuyorsa) "görevi kötüye kullanma" suçudur. Cezası 3 yıla kadar hapistir. Soruşturmaya başlama zamanaşımı 8 yıldır. Suçun oluşması için gerekli "kamu zararı" şartı geniş yorumlamaya müsaittir. Yani kimseye o andaki mevcut siyasi iklime güvenerek bu fiilleri işlemesi tavsiye edilmez!
Türk kamu hukuku doktrininde laik bir devlette Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir devlet kurumunun bulunup bulunmaması gerektiği konusunda uzun süredir iki farklı görüş vardır.
Bir görüş, laik devletin nötralite (tarafsızlık) gereği dinsel hizmetlere ve ibadete hiçbir şekilde karışmaması ve bu işlerin tamamen özel hukuk kişilerince gönüllülük esasına göre yürütülmesi gerektiğini; devletin dinsel hizmetler için kamu bütçesinden harcama yapmasının laiklikle bağdaşmayacağını; devletin bu konudaki tek görevinin kolluk görevi kapsamında bir yandan dinsel baskıyı engelleme, diğer yandan kişilerin din ve vicdan özgürlüğünü korumaya alma olduğunu ve bu nedenle devlet teşkilatı içinde DİB gibi bir kurumun bulunmaması gerektiğini savunur.
Nitekim idari teşkilatımızın, idare hukukumuzun ve hatta "laiklik" ilkesinin örnek alındığı Fransa'da 1905 yılından itibaren halen uygulanan sistem budur. Devlet, dinsel hizmetler için kamu bütçesinden harcama yapamaz. Bunun tek istisnası, tarihi ve kültürel değeri olan kilise binalarının yerel yönetimlerce tamir ve restore edilebilmesidir. Din görevlilerinin maaşları kesinlikle kamu bütçesinden ödenemez. Tüm dinsel hizmetler tamamen gönüllülük ve bağış sistemi ile özel hukuk kişileri olan kiliselerce yürütülür.
Fransa'daki bu laik sistemin özü aslında, Fransız Devrimi öncesinde siyasete çok fazla müdahil olan Kilise'nin Devrim'den sonra etkisinin radikal biçimde kırılmak istenmesi ve bu nedenle Devrim'in hemen akabinde tüm kiliselerin kapatılıp ibadetin yasaklanması ve sonrasında Kilise'nin siyasete hiçbir zaman müdahil olmama sözü vermesiyle oluşan yeni mutabakat kapsamında din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrıştırılmasına dayanır.
Bu konudaki ikinci görüş ise, Türkiye gibi dinin toplum yaşamındaki etkilerinin oldukça hassas olduğu bir ülkede dinsel hizmetlerin özel hukuk kişilerine ve -İslamiyet'te tek bir dinsel otorite bulunmadığı için-, cemaatlere bırakılmasının demokratik bir laikliğin uygulanmasına olanak vermeyeceği ve devletin bu konuda doğrudan müdahil olması gerektiği fikrine dayanır. Nitekim bu olasılıkta gerek farklı cemaatler ve tarikatlar arasındaki dinsel pratik ve yorum farklılıklarının, gerek modern demokrasi prensipleriyle bağdaşmayacak aşırı radikal dinsel yorumların toplumsal düzen ve iç barışı sağlaması mümkün olmayacaktır. Bu nedenle bu hassas konuların DİB gibi uzmanlaşmış bir devlet kurumu tarafından modern demokrasi ve evrensel hukuk devleti normları çerçevesinde yönetilmesi, kontrol edilmesi ve denetlenmesi ve ayrıca finansmanının objektif biçimde kamu bütçesinden karşılanması -en azından demokratik laiklik anlayışı tüm toplumda iyice yerleşinceye kadar- gerekli görülmektedir.
Gerek idari sistemi gerek laikliği esas olarak Fransa'dan alan Atatürk'ün DİB konusunda Fransız sistemini kopya etmeyip kendi özgün sistemini geliştirmesi son derece önemlidir. Önemli meseleler karşısında pratik çözüm geliştirme becerisi kadar, Bizans'tan gelen, devlet kontrolündeki Ortodoks Kilisesi ve bunun devamı niteliğindeki Osmanlı'dan gelen devlet kontrolündeki Şeyhülislamlık geleneğinin izlenmesinin gösterdiği tarih bilinci de kayda değerdir.
Atatürk'ün bu son derece orijinal "laik DİB" buluşu ve uygulaması, sonrasındaki Cumhuriyet dönemi siyasetinde sadece CHP tarafından değil, dinsel konularda daha hassas hatta zaman zaman popülist sağ siyaset (DP, AP, DYP, ANAP, MHP) tarafından da benimsenmiş ve aynen uygulanmıştır. Hatta Erbakan'ın dinsel eksenli Milli Görüş çizgisi bile iktidarında bu DİB sisteminden memnuniyet duymuştur. Merkez Sağ'ın sahiplendiği en nitelikli kamu hukukçularından Ali Fuat Başgil'in de Atatürk'ün anılan DİB sisteminin aynen korunmasının gerekliliğine vurgu yapmasını not etmek gerekir.
Kişisel görüşüm Diyanet İşleri Başkanlığı'nın en azından demokratik laiklik anlayışı toplumda iyice yerleşinceye kadar hukuk sistemi ve devlet teşkilatı içindeki yerini korumasının gerekli olduğu yönündedir. Çünkü Türkiye'de toplumsal barışın ve kamu düzeninin somut biçimde ve gerçek anlamda korunabilmesinin belki de en temel şartı, çoğunluğun dinsel inancı olan Sünni İslam'ın evrensel demokrasi ile bağdaşan yorumunun yapılabilmesi ve bu yorumun tüm ülkede uygulanmasıdır. Maalesef din kurallarının nasıl yorumlanacağı konusunda toplumda henüz yeterli bir konsensüs oluşmadığından, bu konuya devletin vaziyet etmesi en azından bir süre daha zorunlu görünmektedir. Aksi halde baskın Sünni İslam'ın radikal yorumlarının etkili olup, diğer inançlar ile inanmayanlar ve ya dinsel kuşkucular üzerinde baskı kurulması ve toplumsal barış ve kamu düzeninin ciddi biçimde bozulması kaçınılmaz olur.
Bu arada işaret etmek gerekir ki önemli olan kurumlardır, kişiler değil. Kurumların varlığının gerekliliği ve meşruluğudur. O kurumların belli bir zaman dilimi içinde yönetiminde olan kişilerin yaptıkları hatalar ve yanlışlar o kurumların varlığının gerekliliğini ve meşruluğunu tek başına ortadan kaldırmaz. Her ne kadar şu andaki yönetimi gerek laiklik ilkesine uygun davranma, gerek siyasi tavırlar takınmama ve gerek vatandaşları inançlar bazında ayrıştırmamayı öngören anayasal kuralları ciddi biçimde zorlasa da, Diyanet İşleri Başkanlığı'na kurum olarak bu ülkenin ihtiyacı var.