Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana yaklaşık 100 yıldır iki temel sorunu çözemedi.
Bu iki sorun temcit pilavı gibi dönüp dönüp habire başa sarıyor. Sisyphos'un kayayı tam uçurumun tepesine kadar taşıdığı anda tekrar düşüp yuvarlanması ve sonsuza kadar tekrar etmesi gibi.
Biri laiklik. Yani din ve devlet ilişkileri. Daha doğrusu, İslamiyet adına yapılan talepler ve girişimlere devlet ve hukuk düzeni tarafından nasıl ve ne ölçüde müdahale edilmesi gerektiği.
Diğeri ise Kürt sorunu. Daha doğrusu, etnik kimlikler adına yapılan talepler ve girişimlere devlet ve hukuk düzeni tarafından nasıl yaklaşılacağı ve tepki verileceği.
Bu iki temel soruna tam çözüm getirememesi kuşkusuz Cumhuriyet devriminin değerini ve Atatürk'ün büyüklüğünü azaltmıyor. Tarihi o zamanın ruhu ve koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Şu anın gözlüğüyle ahkam kesmek kolaydır. Nankörlük de etmemek lazım.
Ne var ki -hadi kurucu "babalar" çözemedi- sonraki kuşak politikacılar ve yöneticilerin de bu iki temel soruna çözüm bulamamış olması somut bir realitedir. Genç kuşakların bunu eleştirmesi de en doğal haklarıdır. Gerçeklerden kaçılmaz.
Temel sorunları önceki kuşakların çözememiş olması şimdi bizim de çözmememiz gerektiği anlamına gelmez. Onlar yapamadıysa biz yapalım.
Zira bu iki temel soruna rasyonel çözüm bulmadıkça bu ülke iflah olmaz. Evrensel seviyede bir demokrasiye de, hukuk devletine de, ekonomik refaha da ulaşamaz. Sadece "-mış gibi yapar". Ancak bir arpa boyu yol gider. Hatta şimdiki gibi bir adım ileri bir adım geri giderek hep yerinde sayar.
Örneğin "laiklik" konusu:
Laiklik, felsefi boyutta, kişinin vicdanının özgür olması demektir. İnananın, zorlama ile değil, inancının doğru olduğuna kendi iç sesine göre karar verebilmesidir. İnanmayanın da buna yine kendi serbest iradesiyle karar verebilmesi ve bu nedenle de başına bir şey gelmemesidir.
Hukuksal boyutta ise laiklik, kişinin bu vicdan özgürlüğünü kullanabilmesinin devletçe güvenceye alınmasıdır. İnananın da inanmayanın da veya inancını farklı şekillerde ifade edenin de başına bir şey gelmediği bir ortam sağlamaktır. Bunu sağlamak için de baskın dini inancın devlet ve hukuk sistemine müdahalesini önlemektir.
Yani laiklik aslında hem dindarların hem de dindar olmayanların haklarını koruyucu bir kavram. Batı'daki algılaması da uygulaması da bu yönde.
Ama maalesef bizdeki uygulaması, öncesinde dindarların haklarını ihlal edecek şekiller alırken; şimdiki uygulaması ise tersine, dindar olmayanların haklarını ihlal edecek boyutlara varıyor.
Üniversite öğrencilerine başörtüsünü yasaklayınca;
Hatta okulda değil okul dışında başörtüsü takan öğretmene bile ceza verince;
Şimdi olsa öpüp başlarına koyacakları ılımlı muhafazakar partileri kapatınca;
Eşi başörtülü diye, demokrat muhafazakâr adayın Cumhurbaşkanlığını "367" oyunlarıyla engelleyince,
Laikliği kurtardığını sananlar laikliğe asıl darbeyi vurdu.
Oruç tutmayanlar tutmadıklarını çaktırmamak için körebe-saklambaç oynuyor;
Özellikle taşrada başörtüsü takmayan kamu görevlileri her an tedirgin;
Subaylarda, polislerde hatta hakim-savcılarda bile başörtüsü takmak olağanlaştı;
Tarikat yerinde üniformasıyla ibadet eden amiral bile görüldü;
Laikleri kesip buharlaştıracağız diyen memura kimse dokunmuyor;
Sokakta dizüstü etek giyebilen kadına kahramanlık madalyası filan verecek noktadayız.
Hatta yönetim, cümle aleme bizden bağımsız olduğunu kanıtlamaya çalıştığı "yavru" devlet mahkemesine, "niçin bizim kadar dindarlaşmadınız? Niçin hâlâ laiklikten filan dem vuruyorsunuz?" diye posta koymaya çalışıyor.
Ülkede halen sanki laiklik ilkesi fiilen Anayasa'dan çıkarılmış gibi bir hava estiriliyor. Laiklik Anayasa'nın fiilen uygulanmayan bir hükmü gibi.
Öyle ki giderek dinsel yönden nötr olan veya dinsel gerekleri yerine getirmeyen veya fazla önemsemeyen "laikler" kendilerini ülkedeki "Kürtler" ve "Aleviler" dışında ve belki de en büyük azınlık grup olarak görmeye başlayacaklar.
Ülke, "laiklik" lafı duyunca cinleri başına üşüşen, tepesi atan ve laikliği "din düşmanlığı" gibi algılayan bir kesim ile her tür dindarı "öcü" gibi gören ve dinsel olan her şeye kuşkuyla bakan bir kesim arasında gerilen bir noktaya geldi.
Yıl 1999 veya 2000. "28 Şubat"ın devamı günler. Fransa'da doktoram bitmiş, Ankara Hukuk'a dönmüşüm.
Başörtülü öğrencilerin üniversiteye alınmayıp kampüs kapısında beklediği ve ceza verildiği zamanlar.
Üniversite öğrencilerine uygulanan başörtüsü yasağının hukuka niçin aykırı olduğuna dair akademik bir makale yazdım. Makaleyi Siyasal dergisi yayımlamayı reddedince Türkiye Günlüğü dergisi yayımladı (Yaz 1999, S.56).
O günlerde kimse böyle bir makale yazmaya cesaret edemiyordu. Anayasacı Mustafa Erdoğan gibi bir-iki istisna hariç. Benimki de zaten Fransa'nın demokratik ortamından yeni dönmüş akademisyen "toyluğu".
Fakülte'den bir kadın profesör beni ana bina merdivenlerinde gördü.
"Ali Bey, size o makaleyi hiç yakıştıramadım! Ben sizi sosyal demokrat ve Atatürkçü diye biliyordum. Laiklik ve Cumhuriyet düşmanlarının ekmeğine yağ sürdünüz. Çok yazık!" diye söylendi.
Ben de, "Hocam konu öyle değil; bu yasak hem hukuka aykırı; hem de bu konularda oluşan ve biriken tepki ileride laikliğe daha çok zarar verilmesine sebebiyet verir" demeye çalıştım; ama pek dinlemedi.
28 Şubat'ta askerlerin brifinglerinde konferanslar verdirilen katı "laikçi"lerdendi.
Sonra devir değişince, başörtülü öğrenciye diploma verirken çektirdiği resmi üniversite web sayfasına koyduran rektörle arası çok iyi oldu! Laiklik konusunda sonradan hiç sesini çıkarmadı.
Mucizevi bir ilacım ya da "aşı"m yok.
Emin olduğum iki şey var ama.
İlki, sorunun çözümü hukuksal değil. Öyle kanun, Anayasa değiştirerek varılacak bir çözüm yolu yok.
İkincisi, sorunu bu derece kördüğümleştirenler iki taraftaki radikaller.
Bir tarafta, üniversite öğrencilerine başörtüsü yasakları koyduranlar ve bu yasağa onay verenler...
Diğer yanda, laikleri böcek gibi ezmek için fırsat kollayanlar...
İki kesimin de birbirine olan güvensizlik katsayılarını artırıp yangına körükle gidenlerini etkisizleştirmek en kritik olanı.
Bir kesim, "Bunlar yakında ülkeyi İran'a Arabistan'a çevirecek" diye;
Diğer kesim;
"Bunlar iktidara gelirse başörtüsünü sokakta bile yasaklarlar" diye düşündükçe, güvensizlik bitmez.
Şu anda çözümün en büyük engeli toplumdaki bu karşılıklı güvensizlik.
O halde çözüm perspektifi de burada.
İktidarın, dindarlığı şekilcilikten ibaret gören, tolerans kelimesinin anlamını dahi bilmeyen ve kendisi gibi düşünmeyenlere böcek muamelesi yapmaya yatkın kendi "yaramaz çocuklarını" frenlemesi. Dindar olmayanların da hakları olduğunu hatırlaması...
Muhalefetin ise, iktidara gelirse dinsel konularda demokrasi ve hukuk içinde toleranstan ödün vermeyeceğine herkesi ikna etmesi.
* Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi