Ülkemizdeki barolar, tabip odaları, eczacılar odası, mimarlar odası, mühendisler odası, ticaret odaları, sanayi odaları, esnaf odaları dahil tüm meslek örgütleri ile bunların üst kuruluşları ve hatta sendikalar ve dernekler de dahil ülkedeki sivil toplum kuruluşlarının hemen hepsinde (çok az istisnası olabilir) uzun yıllardır şaşmayan bir kural geçerlidir:
Kurumsal "dükalıklar" oluşturma.
Bu sivil toplum kuruluşlarından birinin hasbelkader yönetimini eline geçiren kişi veya ekibin ilk günden itibaren en önemli kaygısı, aynı konumda kalmaya devam etmek, tekrar seçilmeyi garantiye almak ve aynı zamanda bu kuruluşta tam olarak nasıl hâkimiyet kuracağına ve kontrolü sorgusuz sualsiz nasıl ele geçireceğine kafa yormaktır.
Kısaca, yeni gelen yönetimin ilk ve tek kaygısı, kurumda "dükalığını" kurmaktır. Bu meslek örgütlerinden birinin tanıdığım en üst yöneticisi bunu "padişahlığını kurmak" olarak nitelemişti.
Bunların çoğu ülke içinde ve siyasette demokratikleşmeyi, çoğulculuğu ve sivilleşmeyi hararetle savunur. Ama kendi meslek örgütü veya kuruluşu içindeki en masum muhalefeti ve hatta farklı görüşleri bile tüm gücüyle ezmeye çalışır. Kendi kurumundaki çatlak seslere hiçbirinin en küçük toleransı yoktur.
Kuşkusuz her genelleme gibi bu genellememin de istisnaları vardır. Ama inanın bizzat kendi tecrübelerime ve bu kuruluşlar içinde yer almış yakından tanıdıklarımın tecrübelerine dayanarak söyleyebilirim ki istisnası çok azdır.
Bu noktada şu da söylenebilir tabii:
Ülkenin en üst düzeydeki siyasi ve yönetim kurumları hatta üniversiteleri dahil "norm" haline gelen statüko zaten böyle olmuşken ve ülke ve ülkenin tüm kurumları gerek makro düzeyde gerek mikro düzeyde "tek adam yönetimi" anlayışını benimsemişken, meslek örgütleri, sendikalar ve derneklerin de böyle olmasında niçin anormallik olsun?
Doğruya doğru. Ülkenin hemen tüm kurumları her düzeyde mikro veya makro ölçekte bir tür "tek adam" yönetimi anlayışı sergilemeye çalışıyor: Her şey benden sorulur! Tek karar verici benim! Her şeyin en iyisini ve en doğrusunu ben bilirim! Benim onayım olmadan kuş bile uçamaz bu kurumda! Sorumluluk bendeyse tüm söz hakkı da bende olmalı! Aldığım tüm kararları yüzde yüz desteklemiyorsan bana düşmansın demektir!
Rektörü de böyle davranıyor, dekanı da. Bakanı da böyle davranıyor, genel müdürü, daire başkanı da. Hükümete muhalif sendika başkanı da böyle davranıyor, meslek örgütü başkanı da. Her düzeyde, her ölçekte mini ve boy boy "tek adam"larla dolu bir ülkedeyiz adeta. Çünkü ülkede işe yaradığı test edilmiş yani "norm" haline gelmiş yönetim anlayışı bu. İstisnaları var tabii. Ama çok az.
Korkarım önümüzdeki dönemde bir iktidar değişimi olsa bile daha uzunca bir süre ülkedeki hâkim yönetim anlayışı böyle olmaya devam edecek. Çünkü norm haline gelmiş kurallar öyle kolay değişmez toplumlarda.
Yine de meslek örgütleri, sendikalar ve dernekler gibi sivil toplum kuruluşları bu yönetimsel otoriterleşme modasında ekstra sırıtıyor. Çünkü her şeyden önce yönetimleri üyelerince doğrudan seçiliyor. Bu yönüyle "doğrudan demokrasi"ye en yakın kurumlar.
Ayrıca büyük çoğunluğunun üyeleri ülkenin genel eğitim ve kültürel düzeyinin üstünde. Yani, "bunlar bile yönetimsel bazda otoriterleşmeye teslim oluyorsa ve demokratikleşmeyi beceremiyorsa, ülkenin geri kalanı ne yapsın?" denebilir kolaylıkla.
Bunların yönetimine gelenin hemen "dükalaşma" eğilimine girmesinin sırrı da aslında aynı nedene dayanıyor:
Üyeleri tarafından seçilince siyasi iktidara karşı daha bir özerk olabiliyorlar. Sonuçta yönetime gelmeleri kendi üyelerinin çoğunluğuna kendilerini "satabilmelerine" bağlı. Siyasi iktidarın "lütfuna" değil. Üstelik iki dönem gibi sınırlamalara tabi olmadan sonsuza kadar tekrar seçilebiliyorlar. Dükalığın, padişahlığın önünde zaman sınırlaması yok. Karada ölüm yok yani!
Bu konuda bu iktidarca yaklaşık 10 yıl önce –isabetli biçimde- getirilen ve meslek örgütü başkanlıkları için en fazla iki dönem sınırlaması öngören "devrimci" kanun maalesef Haşim Kılıç’ın başkanlığındaki Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından iptal edildi. Anayasada Cumhurbaşkanı için bile iki dönemle sınırlama varken, bu tür görevler için aynı sınırlamanın niçin Anayasaya aykırı olduğunu doğrusu bir kamu hukuku profesörü olarak hala anlayabilmiş değilim. AYM’nin bence en sorunlu ve hatalı kararlarından biridir.
Diğer yandan bu kurumların ciddi kamusal gelirleri var. Üyelerinden aldıkları garantili aidatlar cabası. Üstelik harcama olanakları daha esnek. Dükalık için onca çabalar ve kendini parçalamalar boşuna değil yani.
Son günlerde meslek örgütleriyle iktidar arasındaki çatışmaya gelirsek:
İktidarın bu örgütlerin yasal yapısını değiştirme isteği aslında yeni değil. Zaman zaman "sopa" olarak gösterilen bir mekanizma olarak kullanıldığı biliniyor. Yapı değiştirilirse de bunun demokratikleşme ve çoğulculuk adına olmayacağı ve bunları zapt-ü rapt altına alma amaçlı olacağı aşikar.
Aslına bakılırsa zaten 1982 Anayasası da bunları devlete eklemleyerek daha kolay kontrol etme amacı taşıyor. Ancak yine de Anayasanın 135. maddesine bakıldığında bunların siyasi iktidarın "uyduları" olmasını önleyici açık kurallar bulunuyor.
Bu bağlamda örneğin kanunla bunların dernekleştirilmesi ve aynı yerde aynı alanda birden fazla alternatif meslek örgütlerinin kurulması anılan Anayasa hükmüne uygun görünmüyor. Çünkü anılan Anayasa kuralı hem bunlara üyeliği zorunlu tutuyor; hem de bunlara, "meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlakını korumak" görevi veriyor. Bu görevin ise dernekleşme ve birden fazla alternatif meslek örgütü ile gereği gibi yerine getirilmesi bence mümkün olmaz.
Bu arada meslek örgütlerinde tabandan gelecek bir demokratikleşme talebinin ve mevcut "dükalaşmalara" karşı alttan gelecek demokratik tepkilerin ülkedeki özlenen demokratikleşmeye de somut bir örnek ve ilk adım olacağı söylenebilir.