“Benim yazdığım kitaplar aslında ilmi eserler sayılmamalı. Onlar memleketten uzağa atılmış olmanın yansımalarını taşırlar.”
“Yerinden, yurdundan, çevresinden atılmış, yalnız, tek başına kalmış bir adamım.”
Söylenen yer: Kanada, Montreal, Dünyaca ünlü McGill Üniversitesi.
Söyleyen: Üniversitenin profesörü Niyazi Berkes.
Son yıllarda beni bundan daha fazla hüzünlendiren ve duygulandıran sözler duymamıştım.
Ruhunda oluşan derin yaraların acısına rağmen bile bilim insanı dürüstlüğünden ve sorgulamacılığından taviz vermemeye çalışıyor.
Tarık Zafer Tunaya’nın 80’li yıllarda Cumhuriyet gazetesinde Niyazi Berkes hakkında yazdığı bir anısından sosyal medyada yapılan alıntısında rastladım.
Bir insanda daha üst düzey bir asalet bulunabilir mi?
Bunları söyleyen Türkiye’de yetişen ve 20. Yüzyılın ortalarının dünya çapındaki önemli sosyal bilimcilerinden biri.
Edward Said’in dünyaca meşhur Oryantalizm teorisinin onun çalışmalarından etkilendiği ileri sürülüyor.
Bana göre ülkede yetişen en büyük sosyolog. Tam anlamıyla birinci sınıf bir bilim insanı.
Her ne kadar kendisi bu payeyi daha çok Yusuf Akçura için uygun görse de.
Kıbrıs’ta doğmuş. İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünü bitirmiş.
1935-39 arası Chicago Üniversitesi'nde sosyoloji doktorası yapmış.
Ülkeye dönüp önce Ankara Deneme Lisesinde hocalık ve müdürlük yapmış, sonra Ankara Üniversitesinde (DTCF) öğretim üyeliğine başlamış.
Sosyolojiyi gerek tarih gerekse iktisat bilimleriyle birlikte ele alarak yaptığı çözümlemeleriyle sadece sosyoloji değil tüm sosyal bilimlerde yöntemsel yönden de çığır açmış.
Türkiye’de batılılaşma/modernleşme/çağdaşlaşma ile devlet-din ilişkilerini sosyolojik olarak muhtemelen en sağlıklı ve bilimsel formatta nitelendirebilen bilim insanı.
Cumhuriyet devrimlerinin ve Atatürkçülüğün evrensel demokrasiyle uyumlu olacak biçimde daha doğru istikamete yönelmesi için teorik altyapısını oluşturmaya çalışıyor.
Yani özünde Atatürk ve Cumhuriyet devrimlerini destekliyor.
Ama Kemalizm’in İnönücü yorumuna karşı.
Öncelikle teoriye kavramsal bazda bir katkı yapıyor.
“Batılılaşma” kavramını, Batı’yı esasta tam anlamayıp, şeklen taklit edilmesi olarak tanımlıyor ve olumsuz bakıyor.
“Çağdaşlaşma” kavramını ise Batı’da aydınlanmadan demokrasiye giden tarihsel evrimin esasını özümsemek olarak algılayıp olumlu anlamda kullanıyor.
Türkiye’de ise Atatürk’ün olumlu olarak başlattığı devrimlerin, akabindeki İnönücü yorumu ile Batı’nın salt şeklen taklit edilmesine indirgenmesi ve sıkıştırılması ile önemli bir fırsatın heba edildiğini savunuyor.
Batı’nın bazı şekli kültürel yönlerinin gereksiz bir abartıyla ölçüsüz biçimde taklit edilmesinin Türkiye’de ortalama halk kesimlerinin çağdaşlaşmanın olumlu yönlerini makul bir süreç içinde özümsemesine engel olduğunu ima ediyor.
Sanırım kastı, zamana göre gerçekten iddialı kıyafetlerle katılımın norm olduğu balolar gibi giyim-kuşam ve müzik gibi işin şekil kısmından ve tepeden başlatılan ve taklitçiliği açıkça sırıtan yapay “Batılılaşma” yerine, insan iradesinin muhtariyeti, düşünce özgürlüğü, kişinin toplumsal hak ve ödevleri gibi Batı çağdaşlaşmasının temel normlarının tabana yayılarak daha makul süreçlerle topluma benimsetilmesinin yollarının bulunmaya çalışılmasının daha uygun olacağıydı.
Rivayet edildiği gibi Sivas’ta klasik müzik konseri veya operaya götürülen köylünün çıkışta, “Sivas Sivas olalı böyle işkence görmedi!” demesi gibi.
Nitekim çağdaşlaşma yerine bu derece yapay Batılılaşmanın tercih edilmesi bir yandan Ülkede rasyonalite dışı dinsel oluşumların (tarikat, cemaat) güçlenmesini kolaylaştırdı. Diğer yandan ise Batı yanlısı görüntüsü arkasındaki iktidarın yönetimde otoriterleşmesini ve farklı görüşleri ezmesini daha da kolaylaştırmış ve dikkatlerden kaçırmış oldu.
Diğer bir ifadeyle, Ülkede çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engelin irticadan ziyade, abartılı Batı taklitçisi İnönücü kafalar olduğunu; çoğunluğu oluşturan muhafazakar halk kesimlerinin abartılı Batılılaşma gösterileri nedeniyle gerçek çağdaşlaşmadan soğutulmasının en önemli sosyolojik problemlerden olduğunu tespit ediyor.
Berkes’in bu teorisi bana nedense 28 Şubat döneminin gereksiz başörtüsü yasaklarını ve Anayasa Mahkemesinin “367 kararı”nı hatırlattı. Ve akabindeki etki-tepki kuralının işleyerek AKP’nin tek başına iktidara gelmesini.
Tabii ki doğru söyleyen dokuz köyden, pardon ülkeden kovuluyor!
Hükümet, 1947 yılında solculukla suçladığı profesörü önce idari yoldan pasifize ediyor. Üzerinden dersleri alıyor ve Bakanlık emrine veriliyor.
Hükümet ise İnönü hükümeti.
Zamanın Danıştay’ı hükümetin bu kararını haksız bulup iptal ediyor.
Hem de İnönü’ye rağmen.
Sonra ise 1948’de normalde hiçbir konuda anlaşamayan CHP iktidarı ve muhalefet Demokrat Parti beraberce bir kanun çıkararak Berkes’in Üniversitedeki kadrosunu iptal ediyor.
O zaman buna karşı gidilebilecek yargı yolu yok. Anayasa Mahkemesi henüz yok.
Ülkenin en önemli bilim insanlarından birinin işi bu yolla bitiriliyor.
Yurtdışından gelen birçok teklif arasından Kanada McGill Üniversitesine gitmeye mecbur kalıyor.
Bu durum da nedense son yıllardaki Barış Akademisyenlerinin ve genel olarak Üniversitelerin durumunu hatırlattı bana.
Zaman değişiyor. İktidarlar değişiyor.
Ama ülkede ya dindarlıkta ya da Batıcılıkta şekilcilik ve vasatizm hep kazanıyor.
En makbul dindarlar dinin esasa ilişkin kurallarını önemsemeyip en şekilci yönlerini ön plana çıkaranlar oluyor.
En makbul Atatürkçüler ise Atatürk’ü sloganlaştırıp, otoriter, anti-demokrat ve insan haklarını hiçe sayanlarla flört etmekte sakınca görmüyorlar.
Kaybedenler ise hep Niyazi Berkes’ler.
*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.