Selahattin Demirtaş'ın ortalama bir Türk'e Kürt sorununu anlatmaya çalıştığı yazısını herkese tavsiye ederim.
Bence önemli ve samimi bir yazı.
Sayın Demirtaş hem bir Kürt, hem de Kürt sorununu sahiplenme iddiasındaki bir siyasi partinin hapisteki "doğal" lideri olarak, Kürt sorununu kendi bakış açısından ifade etmeye çalışmış.
Bu arada ekleyelim ki lehine verilen AİHM kararlarına rağmen hukuka açıkça aykırı ve haksız biçimde hapiste tutulan ve terör saldırılarını kınadığı için kendi mahallesinin şiddet yanlıları tarafından tehdit edilen, -yani ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilen- biri için, barışçıl ve uzlaşmacı yaklaşımı da ayrıca takdire şayan.
Benim burada yapmaya çalıştığım ise Kürt sorununu bir Türk'ün gözüyle analiz etmeye ve çözüm perspektifi sunmaya çalışmak.
Demirtaş'ın analizinin temel fikri benim anladığım kadarıyla şöyle:
Türkiye Devleti aslında iki ana etnik alt kimlikten (Türkler ve Kürtler) meydana gelmesine karşın, üst kimliğin (Türkiye) hem hukuken yani resmi olarak hem de pratikte sadece Türk alt kimliği tarafından temsil edilmesinin ve Kürt alt kimliğinin hem hukuken hem de pratikte yok sayılarak görmezden gelinmesinin en temel hata olduğu ve ayrılıkçı terörü besleyen en ana etmenin de aslında bu olgu olduğu.
Mevcut durumda bir Kürt'ün Türk alt kimliği altında devşirilmeyi kabul etmediği müddetçe kamusal mekanlarda ve görevlerde bir noktaya gelebilmesinin, dolayısıyla sosyolojik olarak değilse de hukuken varolabilmesinin olanaksız olduğu.
Çözüm perspektifini de Türkiye devletinin Kürt alt kimliğini de tıpkı Türk alt kimliği gibi ülkenin iki kurucu unsurundan biri olmasını hukuken de pratikte de tam olarak tanımasında görüyor. Bu yeni paradigmaya da Kürtçenin anadil olarak okullarda resmi biçimde öğretilme olanağı ile başlanmasını öneriyor. Tabii ki devamı da gelmek kaydıyla.
Aslında Demirtaş'ın söylediklerinde bilinmeyen ve yeni bir şey yok.
Yazının bana göre daha orijinal ve kayda değer yönü, Kürt sorununu sıradan ve ortalama bir Türk'e "Bak, elini vicdanına koy ve önyargısız biçimde bizi anlamaya çalış!" tarzında samimi biçimde izah etmeye ve bu sorunun varlığına ortalama Türkleri ikna etmeye çalışması.
Zira bu bakış açısı zaten Türkiye'den bütünsel bir kopuşu ve tam bağımsızlığı değil her şeye rağmen birlikte yaşamayı tercih eden Kürt aydınlarının uzunca süredir savunduğu görüşler.
Bütünsel kopuşu değil birlikte yaşamı savunan Kürtlerin bu arzusunu biraz da karikatürize ederek daha somutlaştırırsak, aslında istenilen şey şu:
Türkler bize kendi Kürt alt kimliğimizi tam olarak ifade edebilmemiz ve kendi kimliğimiz altında yaşamamız için gerekli her tür hukuksal altyapıyı ve finansmanı sağlasın. Yani devlet okullarında kendi anadilimizde eğitimi, kendi kültürümüzü geliştirecek kurumlarımızı hatta kendi bölgemizde sosyal ve ekonomik kalkınmayı Merkezi devlet (esas olarak Türk çoğunluk) finanse etsin.
Ama kendi bölgemizde idari anlamda alacağımız kararlara müdahale etmesin. Kendi öz yönetimimize dair kararları biz alalım.
Açıkça ifade edilmese de istenilen şey günün sonunda somut olarak şu anlama geliyor:
Kürt alt kimliği hukuken tanınsın. Ama bununla da yetinilmesin.
Merkezi devlet mali yönden bize destek olsun, ama bizim iç yönetimimize karışmasın!
Yani Ankara hem etnik kimliğimi tanısın, hem parayı versin, ama düdüğü çalmasın!
Sorun şu ki bu taleplerde gerek hukuksal gerekse politik-sosyolojik açıdan iki temel sorun var.
Dünyada halen geçerli ulus-devlet sisteminde ve uygulamasında başarı kazanmış sadece iki model var:
İlki üst kimlikle alt kimliğin kesiştiği ve ulus devlet içinde tek bir kurucu ana kimliğin bulunması.
Yani "Tek millet-tek devlet" modeli.
Ülkede azınlıkta olan bazı küçük alt kimlikler bulunsa da birden fazla kurucu ana alt kimlik bulunmaması.
Az sayıdaki küçük alt kimliklerin de (küçük azınlıklar) ana kimlik içinde eritilmesinde sorun olmaması.
Almanya, Hollanda, İsveç, Norveç, Portekiz, Avusturya, Macaristan, Polonya, Japonya örneklerindeki gibi üst kimliğinin tek bir ana kurucu unsurdan ibaret olması.
Bu modelin en önemli özelliği devletin tek bir ana kurucu kimlikten (etnisiteden) oluşması.
Ülke sınırlarının da buna göre çizilmesi ve dizayn edilmesi.
Çekoslovakya örneğinde olduğu gibi gerektiğinde bunu sağlamak adına ülke sınırlarının yeniden dizayn edilmesi ve ayrışması.
İkinci olasılıkta ise ülkenin birden fazla ana alt kimliklerden oluşması durumunda ulus-devlet sistemi şöyle bir tarihsel çözüm bulmuş:
Ülkenin adı yani üst kimlik, en büyük ana alt kimliğin adından ayrıştırılmış.
Yani "Yapay üst kimlik" modeli.
Tamamen nötr ve yapay biçimde bir üst kimlik icat edilmiş, yani uydurulmuş.
Böylece tüm ana alt kimlikler baskın bir alt kimliğin hegemonyası altına en azından şeklen girmemiş oluyor. Böylece ulus-devletin gerektirdiği ülke birliği sağlanabilmiş.
Örneğin İsviçre ve Belçika adıyla yapay bir üst kimlik oluşturulması gibi.
Hatta post kolonyal (sömürge sonrası) dönemde ABD, Kanada ve tüm Güney/Orta Amerika bu modelle ulus-devlete adapte olabilmiş.
Aslında Belçikalı diye bir etnik grup veya alt kimlik yok. Böyle bir ayrı dil ve etnisite de yok.
Ama ülkeyi oluşturan iki ana ve farklı alt kimliğin (Flamanlar ve Valonlar) tek bir ulus devlet çatısı altında birleşmesi böyle bir yapay üst kimlik icat ederek mümkün olmuş.
Aynı şekilde Kolombiya veya Venezuela diye bir etnik kimlik de yok. Sömürge sonrası dönemde ulus-devlete ayak uydurabilmek için yapay biçimde üretilmiş.
Octavio Paz, "Yalnızlık Dolambacı" kitabında bu olguyu Meksika özelinde tüm Amerika için çok güzel açıklar.
Osmanlı'nın küllerinden doğan yeni Türkiye devletinin kuruluşunda aslında bir ulus-devlet olarak kurgulanan yeni devlet için de bu iki olasılıktan biri tercih edilebilirdi.
"Tek millet-tek devlet" modeli benimsenip ülke sadece Türk kimliği üzerine inşa edilecekse ve ülke üst kimliğine Kürt alt kimliği dahil edilmeyecekse, olması gereken en mantıklı şey yeni ülke sınırlarının da buna göre çizilmesi ve dizayn edilmesiydi.
Yok bu model benimsenmeyip Kürt alt kimliği de yeni ulus devlete dahil edilecekse, bu durumda herhalde "Anadolu Cumhuriyeti" gibi yapay bir üst kimlik icat edilmesi icap ederdi.
Çünkü yukarıda değindiğim gibi birden fazla kurucu ana alt kimlikten baskın alt kimliğin aynı zamanda üst kimliği temsil etmesi ve tek başına ülkeye adını vermesi ulus-devlet paradigmasına uymuyordu. Kaçınılmaz olarak etnik ayrılıkçılık sorunu doğuruyordu.
Bu iki modelden birinin tercih edilmediği ve tıpkı bizde olduğu gibi "iki arada bir derede" kalarak, ülke sınırları içinde birden fazla ana alt kimlik bulunmasına rağmen, üst kimliğin sadece baskın alt kimlikten ibaret görüldüğü ve temsil edildiği ülkelerde ise ulus-devlet bir türlü dikiş tutmuyor.
Fransa bu temel çelişkiye erken uyanıp 1950'lerde Cezayir'e bağımsızlık vererek, "tek millet-tek devlet" modeline dönüş yapıp kurtarıyor. Nispeten küçük konumdaki Bask ve Korsika alt kimliklerini de bir şekilde tolere edebiliyor.
İspanya ise "iki arada bir derede" kalıp bu iki modelden birini seçemediğinden, halen dahi bocalıyor. Katalan ve Bask alt kimliklerini İspanyol üst kimliği altında eritemiyor. Lokmalar fazla büyük geldiğinden sindiremiyor.
Türkiye'deki durum da bu noktada İspanya'ya benziyor.
Anlaşılan o ki Osmanlı sonrası yeni devletin kurucularının asıl arzusu sadece Türk ana kimliğinden oluşan bir "tek millet-tek devlet" (Milli devlet) kurmaktı.
Yani Osmanlı ya da Anadolu Cumhuriyeti gibi bir yapay üst kimlikle Kürtler dahil birden fazla ana alt kimliği kapsayan bir devlet gerçekte arzu edilmedi.
Ama durum böyleyse yeni devletin sınırını ona göre makul bir noktaya çekip Kürt alt kimliğini dışarıda bırakmak kendi içinde daha vizyoner ve tutarlı bir yaklaşım olurdu.
Yani yeni devletin sınırlarının zamanında doğru çizilmediği söylenebilir.
Muhtemelen Kürtlerin bu yeni ulus devlette Türk kimliği içinde sindirilebileceği düşünüldü.
Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.
Kürt böreği sindirilemeyecek kadar büyüktü!
Yanlış anlaşılmasın. Amacım Cumhuriyetin kurucularını kusurlandırmak ve suçlamak değil.
Sonuçta Atatürk dahil Cumhuriyetin "kurucu babaları" eski Osmanlı subayları.
İmparatorluk paradigmasında yetişmişler ve imparatorluğun son yüzyılda sürekli toprak kaybetmesinin aşağılanmışlık duygusu içten içe içlerini kemirmiş.
Kurtuluş Savaşı sonrası oluşan boşlukta fırsat çıkınca Doğu ve Güneydoğu'da "ne kadar toprak geri kazanılırsa kârdır" mantığı güdülmüş.
İmparatorluk içgüdüleri ile ulus-devlet mantığı biraz birbirine karışmış.
Hatay'ın ülke sınırlarına alınmasında da aynı mantık geçerli. Alt kimlik detayları pek dikkate alınmamış.
O zamanın koşullarında en azından anlaşılabilir bir durum.
Tarihi şimdiki bakış açısıyla yargılamak adil olmaz.
Ama gelecek vizyonu açısından bir hata olduğunu da kabul etmek gerekir.
Zamanında Doğu/Güneydoğu sınırları "tek millet-tek devlet" modeline uygun daha realist biçimde dizayn edilmiş bir Türkiye şimdikine göre çok daha müreffeh, gelişmiş ve demokratik olurdu. Muhtemelen AB'ye de çoktan girerdi. Kürtler de Fırat'ın ötesinde yakın bir müttefikimiz olarak çoktan kendi yollarını kendileri çizerlerdi.
Sonuçta kimse mükemmel değil.
"Kurucu babalar" da etten kemikten insan ve onlar da hata yapabilir.
Bu olgu, başardıkları onca şeyi de gölgelemez ayrıca.
Olan olmuş.
Geçmişe saplanıp kalmaya gerek yok.
Şimdi ileriye bakma zamanı.
Gelelim ayrılıkçı olmayan Kürt aydınlarının Türklere yönelik, "kimliğimi tanı, parayı ver, ama düdüğü çalma!" yaklaşımlarına.
Bu saatten sonra Kürt sorunu için çözüm perspektifi bu olabilir mi?
Kürt kimliğinin ülkenin kurucu alt kimliklerinden biri olarak anayasal düzeyde tanınmasına yönelik bir Anayasa değişikliği referandumu olsa Türklerin çoğunluğundan destek bulma şansının hiç olmadığı şimdilik çok açık. İleride olur mu bilinmez.
Aslında kanunlarla ve idari düzenlemelerle bu konuda belli aşamalar kaydedilmesi pratikte mümkün. Örneğin en azından belli yörelerde devlet okullarında ilk ve orta öğretimde isteyene resmi olarak Kürtçe öğretilmesi ve bazı üniversitelerde/bölümlerde alternatif olarak Kürtçe eğitim verilmesi için Anayasa değişikliği gerekmez. Kanunla da yapılabilir.
Seçilmiş yerel yöneticilerin keyfi biçimde görevden alınması ve yerel yönetimlere memur kayyum atanması da kolaylıkla sınırlanabilir. Siyasi irade isterse tabii.
Bu konularda evrensel demokrasinin gerektirdiği asgari adımların atılması için öncelikle ülkede demokratik ve uzlaşmacı bir iktidar değişiminin olması; sonrasında da pey der pey makul, kontrollü ve mütevazı adımların atılması daha doğru.
Geçmişteki "Çözüm Süreci" benzeri iyi hesaplanmamış ve sıradan ortalama Türklere iyi izah edilememiş aceleci ham teşebbüsler ne kadar iyi niyetli olursa olsun tam aksi tepkisel sonuçlar doğurur.
Demem odur ki bu konuda ortalama Türkleri ikna etmeden atılacak aceleci adımların hem siyaseten hem hukuken başarı şansı yok.
Bu konuda, "Türkler parayı versin ama düdüğü çalmasın!" yaklaşımı abartılı biçimde uygulamaya konulursa en büyük risk, Türkiye'nin Batısında Avrupa tarzı popülist "neo-nasyonalist" bir siyasi oluşumun ortaya çıkıp büyük güç kazanabilecek olması.
Yani Fransa'daki Le Pen ya da İtalya'daki Kuzey Ligi tarzı, "Kürtler kendi yoluna gitsin, biz kendi yolumuza!" diyecek bir popülist nasyonalist Türkçü partinin çıkması.
Böylece asıl ayrılık talebinin Kürtlerden değil Türklerden gelebilecek olması.
Ege'nin, Marmara'nın, Akdeniz'in gençlerinin, "Atalım o tarafı sırtımızdan, rahat edelim! Hem terör belasından kurtuluruz hem de paramız cebimizde kalır!" söylemini allayıp pullayacak bir Türk neo-milliyetçi popülist liderin arkasına kolayca düşebilecek olması.
Sonuçta, Türkiye'nin dününün-bugününün-geleceğinin en önemli siyasi sorunu olan Kürt sorununu bıçakla keser gibi hemen çözüvermek mümkün görünmüyor. Hemen çözerim diyen yalan söyler. Bunu kabul edelim. Salt güvenlikçi otoriter yaklaşımların çözüm olmadığı defalarca kanıtlandı.
Bazen bir sorunun mucizevi bir kesin çözümünün olmadığının tespit edilmesi de çözüm perspektifi için önemli bir aşamadır.
Buna karşın, ya bu sorunu demokratik biçimde makul uzlaşmacı bir anlayışla pey der pey belli bir noktaya getireceğiz.
Ya da yıllardır şaşmaz bir azimle yaptığımız gibi, sürekli olarak elimize yüzümüze bulaştırmaya devam edeceğiz.
Ali D. Ulusoy kimdir? Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur. Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur. ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür. Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri. Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008. |