Ali D. Ulusoy*
İşte size yargı ve adalet sistemi hakkında son birkaç günde ülkemizde yaşanan birkaç olay:
Yargı’nın en üst idari kurumu olan HSK üyelerinden biri aniden istifa ediyor. İddia o ki bu üyenin avukatlık yapan oğlu bir uyuşturucu kaçakçısının davasını almış. Tutuklanmaması için üye ve oğlunun mahkemeye baskı yaptığı ileri sürülüyor. Ortada 1,5 milyon dolarlık rüşvet lafları dolaşıyor. Olay ortaya çıkınca iktidarın 2. ortağı partinin genel başkanının isteği üzerine üye istifa etmiş. İstifasında ise “Genel başkanının” isteği üzerine istifa ettiğini açıklamış. İlgili siyasi parti ise bu olayı “iktidar ittifakının iç işi!” olarak nitelemiş.
HSK üyesinin oğlunun takip ettiği dava için hâkime baskı yapması iddiası mı?
HSK üyesinin oğlunun uyuşturucu kaçakçılarının davasında “takip işi” yapması mı?
HSK üyesinin bir siyasi parti liderini kendisinin “Genel başkanı” olarak nitelemesi mi?
İktidarın (bir ortağının) yargı sisteminin en üst noktasında ortaya çıkan böylesine bir skandalı iktidar ittifakının “iç işi” olarak görerek minimize etmesi mi?
Karar vermek zor.
Her biri diğerinden beter.
İnsanın midesi kaldırmıyor.
Yargı ve adalet sistemindeki çürümenin boyutları hakkında fikir veriyor.
Belki de hepsinden daha enteresan olanı, bu skandal üzerine ne olacak dersiniz? İlgililer hakkında gereken yapılıp sorumlular yargılanıp ceza alacaklar mı?
Hiç sanmam.
Üyenin HSK üyeliği gibi müthiş bir makamı bırakıp istifa etmesi kendisi için yeterince ağır bir ceza olarak görülecek!
Başka da bir şey olmayacak. Dosya kapatılacak.
Zaten benzer bir emsal de var!
90’ların sonunda da o zamanki HSYK’da tamı tamına aynı sayılabilecek bir olay olmuştu.
Yargıtay üyeliğinden gelen o zamanki HSYK Başkan vekilinin, avukat oğlunun takip ettiği bir dava için bir mahkemeye baskı yaptığı ortaya çıkmıştı. Kanıtlar açıktı.
Buna rağmen, yargının haysiyetini ve itibarını yerlere düşüren bu beyefendiye ne ceza verildi dersiniz?
Sıkı durun!
Emekli olmasına karar verildi!
O kadar!
Devirler, iktidarlar değişiyor.
Ama aslında tüm camiada sadece bir avuç olan yargı ve adalet sistemini çürütenler hep aynı dolapları çevirmelerine rağmen hep aynı yöntemlerle kurtarılıyorlar.
Bu vurdumduymazlık ve cezasızlık iklimi ise yargı ve adalet sistemini içten içe çürütmeye devam ediyor.
Görüldüğü üzere her 20 yılda bir ise sistemdeki çürümenin cerahati patlayıp veya dışarıya sızıp ortalığı kesif bir “koku”ya boğuyor.
Osman Kavala davası hakkında büyük Batı demokrasilerinden 10 devletin büyükelçileri ortak açıklama yaptı.
Mealen, bu davanın evrensel olarak bilinen tüm hukuk prensiplerine aykırı olduğuna ve bu yargılama skandalına bir an önce son verilmesinin Türkiye’nin uluslararası itibarı için gerekliliğine işaret ediyorlar.
Hükûmet kanadından ise bu açıklamaya hemen tepki geldi.
Gerek Adalet Bakanlığı gerek İçişleri Bakanlığı, asıl görülmekte olan davalara bu şekilde müdahale edilmesinin evrensel hukuk prensiplerine aykırı olduğuna ve asıl skandalın bu olduğuna vurgu yapmış.
Kim haklı derseniz, hemen söyleyeyim.
Kesinlikle büyükelçiler haklı.
Çünkü artık aslında ve gerçekte Kavala hakkında yürüyen dava filan yok!
Şu anda var gibi görünen davalar sadece “şeklen” mevcut.
Esasında devam eden gerçek dava yok.
AİHM, bu konuda son noktayı çoktan koydu.
Kavala hakkında yapılan, “Gezi olaylarını organize ederek Hükûmeti illegal yollardan devirmeye çalışmak” ve “Temmuz 2016 Darbe girişimini teşvik etmek” gibi suçlamaların tamamen gerçek dışı olduğunu ve bu tür iddialardan kesinlikle suçsuz olduğunu nihai ve kesin biçimde karara bağladı.
Hatta bununla da yetinmedi.
Bu kararına rağmen bu kişi hakkında halen ve hâlâ benzer suçlamalarla yeni davalar açılmasının da, bu “sözde” davalarla tutuklu kalmasının da tamamen illegal ve haksız olduğunu hüküm altına aldı.
Bir yüksek mahkeme daha ne desin? Daha nasıl ifade etsin?
“Adam açıkça suçsuz“ diyor.
“Adam hakkında benzer suçlamalarla başka sözde ve yapay davalar açmayın; adamı derhal salıverin!” diyor.
Hem de bunu ilgili dairesi de, en üst büyük dairesi de söylüyor.
Karar kesin ve bağlayıcı.
Hatta ve hatta AİHM kararlarının devletlerce icrasını gözetlemekle ve denetlemekle görevli Avrupa Konseyi makamları da aynı şeyi söylüyor.
Anayasamızla bu mahkemenin kararlarına uymayı taahhüt etmişiz. Hatta bu mahkemenin kararlarına dayanak olan uluslararası sözleşmenin (AİHS) kanunlarımızdan bile üstün olduğunu kabul etmişiz.
O halde hükûmet iddiasında haklı değil.
Ortada gerçekte hukuken yürüyen ve devam etmekte olan dava filan yok.
Bu dava bitmiş ve sonuçlanmış.
Halen “dava” gibi görünenler hukuken “yok hükmünde”.
Görülmüş ve bitmiş davalar ve bu davalar hakkında verilen kararlar hakkında ise herkesin konuşma, yorum yapma ve değerlendirme hakkı var. Hepsi anayasal ifade özgürlüğü korumasında.
Yabancıların da, büyükelçilerin de.
Temelsiz, haksız ve ülkenin itibarını daha da zedeleyen reaksiyonlar yerine, söz konusu “yargılama tiyatrosu”na acilen son verilirse ülkeye çok daha büyük hizmette bulunulmuş olur.
Hatta bu tiyatroya bir şekilde dâhil olan herkes, ileride açıkça görevi kötüye kullanma ve kişiyi hürriyetinden mahrum bırakma suçları işlemekle dahi suçlanabilir. Akademisyen olarak hatırlatmak görevim.
Tiyatro sahnelemek ve oynamak suç değil tabii!
Ama oynanan tiyatro göz göre göre insanların yaşam ve özgürlüğünü ihlal ederse iş değişir.
Ülkeye en büyük hizmet, ülkenin itibarını korumak ve geliştirmektir.
(NOT: Seri birkaç hafta devam edecek. Somut çözüm önerileri de gelecek.).
*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.