Son 10-15 yıllık döneme bakıldığında Türkiye’de yargı-siyaset ilişkisi oldukça hareketli ve ilginç bir seyir izledi.
10 yıl öncesine kadar, merkez sağ, milliyetçi ve muhafazakar siyasi iktidarlar yargıyı genellikle laik ve otoriter bürokrasinin en sağlam ve erişilmez kalelerinden ve askeri vesayetin en etkili "silahlarından" biri olarak görüyorlardı. Kendilerine karşı önyargılı olduğunu düşündükleri ve fethetmeleri hatta erişmeleri bile olanaksız gibi görünen bu kaleden gelebilecek ani bir saldırıya karşı da (Bkz. 367 kararı) hep tetikte olmayı yeğliyorlardı. Çeşitli yasal ve anayasal düzenlemelerle yargıyı belli sınırlar içinde tutmaya çalışıyorlardı.
Yargı ise bu dönemde, merkez sağ, milliyetçi ve muhafazakar iktidarları, Atatürk’ün "kuzusu" laik rejimi her an kapıverecek "kurt" gibi algılıyordu. Sonuçta yargı-siyaset ilişkisi mutlak bir güvensizlik üzerine kuruluydu.
Bu dönemde sağ siyaset, kendilerinden olan bir yargıyı zaten hayal bile edemediğinden, evrensel hukuk devleti standartlarına uygun davranan objektif ve tarafsız bir yargıya dünden razı idi. Yani, "varsın bize doğru yontmasın, ama bari bize karşı önyargılı olmasın, tarafsız olsun!"
Dönemin yargısı ise, sırtını askere dayamanın da konforuyla, burnundan kıl aldırmıyordu. "Son sözü biz söyleriz, bizim sözümüzün üzerine söz yok, biz ne dersek o!" havasındaydı. Hiçbir oto-kontrol kaygısı taşınmadığı gibi, kanunda, Anayasa'da ne yazarsa yazsın, "biz bildiğimizi okuruz, kimse de bize karışamaz, sonuçta yargı bağımsız, kimse yargının üstünde değil" anlayışı egemendi.
Alın o dönemden çarpıcı bir kanıt:
Yargı’nın tepesindeki HSYK’nın başkan vekili ve Yargıtay üyesi, bir cep telefonu şirketinin avukatı olan oğlunun önemli bir davası için direkt devreye giriyor; davanın hakimine açıkça baskı uyguluyor. Dava kazanılınca da telefon şirketinden oğlunun birkaç milyon dolarcık aldığı anlaşılıyor. Ortaya çıkan rezalet kapatılamayınca yargımız bu anlı şanlı yüksek yargıca sadece ne ceza veriyor biliyor musunuz? "Emekli olmaya davet etme" cezası! Şaka değil gerçek!
2010 Anayasa değişikliği bu konuda çarpıcı bir milat oldu.
Muhafazakar siyaset ile Fethullahçıların koalisyonuna, Kemalist statükoya gol atma sevdasıyla gözü başka hiçbir şey görmeyen liberaller ve Kürt milliyetçilerinin de dışarıdan desteği ile geçen bu değişiklik, yargıyı, yeni HSYK kanalıyla yeniden dizayn etti.
Kendini liberal sol-merkez demokrat konumda gören biri olmama rağmen, o dönemde yazdığım Akşam gazetesinde, 2010 Anayasa değişikliğine, yargının yeni dizaynını pek sorunlu bulduğum için karşı çıktığım birkaç makalem yayımlandığından, şimdi daha rahat konuşabiliyorum.
Hani Hollywood filmlerinin setinde önden görünen kasaba ana caddesi, saloon, banka, şerif binası ve ahşap evler görüntüsü vardır; ama gerçekte arkadan bakıldığında tüm bunların arkaları boş ve tahta direklerle tutturulmuş yapay dekorlar olduğu anlaşılır ya, işte bu değişiklik sonrası yargının hali de böyleydi. Görünürde önceki önyargılı ve taraflı yargıyı dengelemek adına, HSYK ve yüksek yargıya merkez sağ, milliyetçi ve muhafazakar cenahtan nispeten mutedil kişileri monte etmek. Böylece mevcut önyargılı "laikçi" yapı ile denge sağlayıp daha "ortalı" ve adil bir yargı oluşturmak.
Fethullahçıların inceden inceye ve bir örümcek ağı tarzıyla hayata geçirdikleri HSYK’yı ve bu kanalla tüm yargıyı kontrol etme taktikleri geç de olsa anlaşılınca, 2014 HSYK seçimleri yaşamsal bir önem arzetti. Tüm hakim ve savcıların oy kullandığı bu seçimlere tek başına katılma cüretini gösteren bu "robotik" yapıya karşı, muhafazakâr, milliyetçi hatta sosyal demokrat ve laik tüm karşı kesimlerin oluşturduğu ittifak, seçimleri ancak kılpayı kazanabildi. Yere göğe konulamayan ve karşı çıkan bizlerin anti-demokrat demode "vesayetçilikle" suçlandığı bu 2010 Anayasa değişikliklerinin yargıyı getirdiği nokta işte buydu. Sonrasında da bu yeni geniş çaplı koalisyonun (Yargı’da Birlik) hatırına, bir süre daha kısmen de olsa yeni bir "dengeleme" dönemi yaşandı. HSYK ve yüksek yargıda ve yargısal kademelerde -tam bir denge güdülmese de- muhafazakârlar dışındaki kesimlerden de temsilcilere yer verilmeye gayret edildi.
Çok geçmeden, tıpkı 2010 değişiklikleri gibi, 2017 Anayasa değişiklikleri ile de amacın daha bağımsız ve tarafsız bir yargı oluşturmak değil, "bizden olsun da çamurdan olsun!" anlayışı olduğu gün yüzüne çıktı. Artık "dengeleme" dönemi bitmiş ve "dominasyon" yani "fetih" dönemi iyice kendini göstermiş görünüyor. En küçük farklı sese bile tahammül gösterilmeyen, "dikensiz gül bahçeleri" arzu ediliyor (Bkz. Son YSK seçimleri).
Osmanlı’da büyük fetihler için verilen savaşlarda değişik milletlerden ve etnik gruplardan destek alma karşılığında, bunların ganimet adına "yağma" dahil çeşitli kepazelikler yapmasına göz yumulurdu. Yargı’yı fethetmek adına, günümüzde çeşitli tarikatlar, cemaatler ve siyasi saikli oluşumların yargı içinde kök salmalarına ses çıkarılmadığı iddiaları da bunu hatırlatıyor.
Danıştay’da daire başkanlığı dahil üst düzey görevlerde de bulunmuş, kalite ve zeka olarak birinci sınıf, emekli üye bir dostuma, yeni üyeler hakkında bir arkadaşı bilgi veriyormuş: "Şu üye bu tarikattan, şu üye bu cemaatten, şu üye bu siyasi oluşumdan" filan derken, bizimki dayanamıyor ve soruyor: "Hiç mi hakim yokmuş aralarında?"
Espri bir yana, ülkede siyasetin baskılarına ve de "havuçlarına" gerçekten mesafe koyabilen, bağımsız, önyargısız, tarafsız ve üstelik kendi oto-kontrolünü yapabilen yargıyı bizden önceki kuşaklar göremedi maalesef. Acaba bizim kuşak görebilecek mi?
*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi