Yerel iktidar - merkezi iktidar çekişmesinde son günlerdeki birkaç örnek:
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'na Kanal İstanbul projesine karşı takındığı tutum nedeniyle İçişleri Bakanlığı'nca soruşturma açıldığı ortaya çıktı.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı'nı hedeflediği anlaşılan yazı ile valilik, belediye başkanlarına depremle ilgili konularda basına açıklama yapmama talimatı verdi.
Hastanede tedavi altında olan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı'nın, kendi yerine vekalet edecek belediye meclis üyesini değiştirmesine dair işlem, İçişleri Bakanlığı'nca hukuken yok hükmünde sayıldı.
Merkezi idare tarafından, seçimle işbaşına gelmiş yerel idarecilere karşı son günlerde yapılan bu işlemlerde ortak özellik, söz konusu belediye başkanlarının merkezi iktidara muhalif siyasi kanatta olmaları. Güneydoğu ve Doğu'da seçilmiş yerel yöneticiler yerine kayyım atamaları zaten malum.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'na açılan soruşturma (daha doğrusu - şimdilik - "inceleme") gerekçesi özellikle ilginç: Uluslararası ve egemenlik boyutu olan bir konuda "devlet projesi"ne karşı gelerek "idarenin bütünlüğünü" ihlal etmek.
Şehirde halkın oyuyla iktidara gelmiş yerel yöneticinin seçimle geldiği kentte yapılması planlanan bir imar - su yolu projesi hakkında fikrini beyan etmesi ve demokratik yolla kamuoyu oluşturmaya çalışması merkezi idare tarafından "idarenin bütünlüğünü" bozmakla suçlanmış.
Neresini düzelteyim bilmiyorum, ama bir deneyeyim:
BİR: "Adam" kendisine haksızlık yapılarak tekrar edilen ikinci seçimi de - üstelik aslında en üst ulusal makama karşı - çifte zaferle "kazanarak" demokratik yollarla iş başına geldi. Başkanı seçildiği şehrin genelini doğrudan ilgilendiren proje hakkında tavır alması en demokratik hakkı. Teknik olarak İBB Başkanı'nın iddiaları doğru olabilir, hatalı olabilir, ayrı konu. Ama seçimle geldiği kent açısından ciddi bir çevre sorunu doğuracağına inandığı proje hakkında tavır alması siyaseten de hukuken de en doğal hakkı.
Buna "demokratik meşruiyet" diyoruz.
İKİ: Kimse kimseyi kandırmasın; proje gerçekte ulusal egemenlikle filan ilgili değil. Proje aslında büyük çaplı bir konut projesi. Paralı Almancı'lara ve Körfez sermayesine çok sayıda "yapay Boğaz" manzaralı pahalı konut satma ve böylece ekonomiyi biraz da olsa canlandırma amaçlı.
ÜÇ: Kaldı ki, İstanbul Boğazı'na alternatif ikinci bir su yolu inşa etmenin ülke olarak en lehimize uluslararası sözleşmelerden biri olan Montrö Sözleşmesi'ni "açığa düşüreceğinden" ve uluslararası hukuk açısından elimizi zayıflatacağından, ulusal egemenliğimiz açısından bilakis sorunlu olduğunu konunun uzmanları söylüyor. Çünkü anlaşılan o ki, bu yeni su yolu için Montrö Sözleşmesi uygulanamayacak ve bu yeni su yolu için uygulanabilecek uluslararası hukuk kuralları Montrö'ye göre daha aleyhimize.
DÖRT: "İdarenin bütünlüğü" idare hukukunda teknik bir kavram. Bizzat Anayasa'da öngörülen bir ilke. Esası da vatandaşların idareler arasındaki bağlantısızlık, uyum ve organizasyon eksikliği nedeniyle mağdur olmalarına engel olmak. Burada tartışılan hususla alakası yok.
BEŞ: Yerel idareler ile merkezi idare arasındaki görev ve yetki paylaşımının kriteri bizzat Anayasa'da belirtilmiş: "Mahalli müşterek ihtiyaç". Yani yereli ilgilendiren kamusal konular Anayasa'ya göre yerel idarelerin yetki alanında. Bir konunun hem yerel hem de ulusal boyutu olan bir konu olması da ilgili yerel idareyi bütünüyle devre dışı bırakamaz.
Bir şehirdeki büyük bir su yolu ve kıyısındaki yapılar projesinin imar ve çevre koruma ile de doğrudan bağlantısı yadsınamayacağından, "mahalli müşterek ihtiyaç" ile ilgisiz olduğu her halde söylenemez. Bu su yolunun tüm ülkeyi de ilgilendirmesi yerelin yetkisini bütünüyle bertaraf edemez (Bkz. "sübsidiarite" ilkesi).
İzmir Belediye Başkanı Başkanı için öngörülen basına açıklama yapma yasağı ise aslında idare hukuku açısından tartışmaya dahi değmeyecek derecede basit bir "yetki tecavüzü". Merkezi idare, yerel idareler üzerinde idari denetim (idari vesayet) yetkisini ancak ve ancak buna izin veren açık bir kanun hükmü varsa kullanabilir. Bu konuda ise açık bir yasal yetkisi yok merkezi idarenin.
Tedavi görmekte olan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı'nın, yerine bakacak vekilini değiştirme kararının hukuken "yok hükmünde" sayılmasına gelince, bu daha teknik bir mesele. Burada ayrıntıya girmeyeyim. Ama hastalık gibi geçici hallerde asli yetki sahibinin görevinde olmaması hâli mutlak değil "askıda" ve "nispi" niteliktedir. "Vekalet verdiği kimseyi bir daha hiç değiştiremez" demek, asli yetki sahibinin yetkisine gayri - meşru bir müdahale oluşturur ve kanaatimce bunu "zaman bakımından yetki" kuralının bir istisnası olarak görmek gerekir.
Teknik hukuk açısından durum bu. Ama aslında büyük resme bakarsak, sorunun temelinde hukuki açıdan, yerel idareler - merkezi idare ilişkisinin yeniden dizayn edilme ihtiyacı yatıyor. Yani yerel yönetim reformu şart.
Bu reformun özünde ise yapılması en başta gereken birkaç önemli değişiklik şunlar:
BİR: Yerel temsilde demokratik ilkeleri güçlendirmek.
Örneğin, hakkında soruşturma açılan yerel seçilmişleri geçici de olsa görevden el çektirmede sadece yargıyı yetkili kılmak. İçişleri Bakanı'nın bu yetkisine son vermek. Kayyım atamalarının da yerel meclislerce kendi aralarından seçim yoluyla yapılması kuralını koymak.
İKİ: Günün gelişen ve değişen ihtiyaçlarıyla paralel biçimde yerel idarelerin yetkilerini perçinlemek ve merkezin müdahalesine karşı daha iyi korumak.
Özellikle büyükşehir (metropol) belediyelerinin gerek sayılarının artırılması ve gerek yetki alanlarının il sınırlarına genişletilmesi ile aslında ülkede "yerel demokrasi" çok ciddi bir genişlemeye tabi tutuldu. Aslında kanunlarda bu belediyelere verilen yetkiler de oldukça geniş ve büyük ölçüde yeterli.
Fakat gerek kanunlarla gerek bazı CBK'ler ile merkezi idareye verilen ve adı "istisna" olmakla birlikte, o kadar fazla ve genelleşmiş müdahale yetkileri var ki, yerelin yetkileri çoğu kez pratikte anlamsız ve etkisiz kalıyor.
Örneğin imar ve çevre konularında olduğu gibi. Merkezi idare, istediği bir yerin imarını yerelden cımbızla alarak, merkezden istediği şekilde yeniden belirleyebiliyor. İstisnalar pratikte kural haline geliveriyor.
ÜÇ: Merkezin yerel üzerindeki denetim yetkilerini yeniden kurgulamak.
Doğrudan bağlayıcı idari denetim yetkileri yerine, yerelin hukuka aykırı görülen kararının merkezi idare tarafından yargıya götürülebilmesi genel kural olmalı. Tıpkı bizim idari teşkilatımızı, mülki idaremizi ve yerel yönetim sistemimizi doğrudan örnek aldığımız Fransa'da yıllar önce yapılan reform gibi.
Bu konuda Anayasa Mahkemesi (AYM), geçmişteki çok hatalı içtihadından isabetli olarak dönmüş durumda. Yani anayasal bir engel de yok. Anayasa değişikliği gerektirmeyen ve kanunla yapılabilecek bir reform.
İşin politik boyutuna gelirsek. Yerel idareler üzerinde son günlerdeki bahsi geçen mobbing'vari uygulamaların, yerelde siyaseten ciddi güç sahibi olmuş bazı seçilmiş yerel idarecilerin gelecek seçimlerde ulusal siyasette de söz sahibi olmasının önünü kesmeye yönelik olduğu aslında herkesin bildiği bir "sır" galiba! Ama bu konularda evdeki hesabın çarşıya uymayabileceğini bilmek için siyaset bilimci olmaya da gerek yok.
Son olarak, hukuki temelleri İzmir Bayraklı semtinin zemininden bile daha zayıf olan yerel yöneticiler hakkındaki bu uygulamaların, tam da - aslında ekonominin kurtarıcısı olarak - siyaset piyasasına sürülen "hukuk reformu" ile aynı günlere rastlaması ayrıca ilginç. Asıl merkezi idare içindeki "bütünlük" hakkında bazı olumsuz fikirler veriyor sanki…