Geçtiğimiz günlerde basına yansıyan iki ayrı haber dikkatimi çekti.
İlk haber şu:
Dünyada her yıl yayımlanan Hukukun Üstünlüğü Endeksine göre Türkiye 139 ülke arasından 117'nci olmuş. Yani en sonlardayız.
Hukukun üstünlüğü endeksi dünya ölçeğinde tüm ülkelerin hukuk sistemlerinin evrensel demokratik normlara uygunluğunu ölçen ciddi bir gösterge.
Ülkede ne kadar adalet olduğunu gösteren veri de diyebiliriz.
Maalesef hukuk sistemimiz dünya ölçeğinde tam anlamıyla sınıfta kalmış. Hukuk alanında dünyadaki en geri ülkeler arasındayız.
Bizim kanunlarını ve hukuk sistemlerini örnek aldığımız Avrupa ülkelerinin tamamı bu sıralamada en ön sıralarda.
Ticaret, eşya, borçlar ve ceza usul hukukunu örnek aldığımız Almanya; Medeni hukuku örnek aldığımız İsviçre; Ceza hukukunu örnek aldığımız İtalya ve İdare hukukunu örnek aldığımız Fransa sıralamada en iyilerden.
Nasıl oluyor da kanunlarını ve sistemlerini doğrudan örnek aldığımız ülkeler bizi bu kadar geçebiliyorlar?
Ya da aynı sistemi aldığımız bu ülkelere göre niçin bu kadar geri kalıyoruz?
Yanıtın bilgisizlik olmadığı çok açık.
Hukuku yanlış uygulayan veya hukuk devleti ve evrensel demokratik normlara aykırı kararlar veren idareci ve yargıçlar doğrusunu bilmediklerinden böyle davranmıyorlar.
İşin vahimi, doğrusunu pekala bilmelerine rağmen, ya sırf iktidarla ve muktedirlerle iyi geçinmek adına, ya da mevki-makam için bu yanlış kararları alıyorlar.
Yanlış yapmanın aleyhlerine bir yaptırımı olmayacağına güvenmeleri de önemli bir etken.
Mesela AİHM ölçütlerine ve demokratik hukuk devleti kriterlerine çok açık biçimde aykırı tutuklama kararları veren, AİHM ve AYM kararlarını kasti biçimde uygulamayan veya yüksek mahkemelerin aynı konuda veya benzer konuda içtihadı belli olmasına rağmen siyasi nedenlerle tam tersi kararlar veren hakim veya savcılar hukuk bilgisi ya da eğitim eksikliği çekmiyorlar aslında.
Zaten günümüzde bilgiye ulaşmak o kadar kolaylaştı ki, bir konuyu bilmese bile öğrenmesi çok kolay.
Sorun bilgisizlik değil, kişilik sorunu.
Osman Kavala hakkındaki AİHM'in çok açık kararını uygulamayıp tutukluluğunun devamına karar veren yargıçlardan bazılarının AİHM'de insan hakları konusunda eğitim aldığı biliniyor.
Ama emin olun siyasi konjonktür değiştiği anda ve evrensel hukuk devleti ve insan hakları kriterlerine uymamanın değil uymanın siyasi iktidar nezdinde prim yapar hale gelmesi durumunda, aynı yanlış kararları veren yargıç ve savcıların yüzde 90'ının en demokratik ve hukuka uygun kararlar verdiğini görürsünüz.
Yeter ki evrensel hukuku hiçe sayan ve iktidarın işine yarayan kararlar vermek değil, hukuka uygun karar vermek kendi kişisel kariyeri açısından daha lehte bir durum oluştursun.
Görün bakın, "meğerse bizde ne hakimler ve savcılar varmış" dersiniz!
Son günlerde dikkatimi çeken diğer haber ise Yargıtay'ın yeni yayımlanan istatistiklerinde bu yüksek mahkemeye geçen yıl 620 bin civarında yeni dosya (dava) gelmiş olması. Tüm Yargıtay dairelerinin ise geçen 1 yılda toplam 600 bin civarında dosyayı (davayı) karara bağlamış olması.
Yaklaşık 10 yıl önce yargı sistemimize ilk derece ile en üst temyiz mercii arasına bir de "istinaf" aşaması dahil edildi.
Amaç, haklı olarak, tüm davaların üst denetiminin Yargıtay'a kalmaması; arada bölge seviyesinde üst denetim yapılarak Yargıtay'ın yükünün hafifletilmesi; Yargıtay'ın esas olarak az sayıda ama en önemli dosyalara bakan bir temyiz yani içtihat mahkemesi konumuna getirilmesi idi.
Esasında tüm gelişmiş Batı demokrasilerinde de işler bu şekilde yürüyor. İlk derece mahkemeleri üzerindeki asıl üst denetim bölge mahkemelerinde ve istinaf seviyesinde yapılıyor. Yüksek mahkeme ise az ve öz işlere bakarak, içtihat mahkemesi kimliğiyle sistemi en üst düzeyde kontrolü altında tutuyor.
Bu en üst seviyedeki kontrolü ise istinafın tüm kararlarına karşı temyiz yolunun kural olarak açık olması, ama temyiz merciinin kendisine gelen başvuruları öncesinde kendi içinde bir kabul edilebilirlik "filtrelemesinden" geçirmesi yoluyla yapabiliyor.
Böylece yüksek mahkeme çok sayıda gereksiz başvuru ile tıkanmamış oluyor. Neye bakacağına, neyin önemli olduğuna kendisi karar veriyor.
Bizde ise getirilen bu yeni sistemde, istinaftan çıkan hangi kararların yüksek mahkemeye geleceğine kanun koyucu karar verdi. Kanunla sayılan davalar, aslında somut olarak önemsiz de olsa, mutlaka temyiz mercii önüne gidiyor. Kanunda sayılmayan davalar ise çok önemli de olsa ve temyiz mercii içtihat yaratmak için istese bile yüksek mahkeme önüne gelemiyor.
Böylece bizde temyiz mercii yani yüksek mahkeme, asıl işi olan içtihat belirleme işini fiilen yapamıyor.
Bölge mahkemeleri yani istinafta kesinleşen çok sayıda dava için içtihat birliği sağlanamadığı ve her bölge kafasına göre farklı kararlar verebildiği gibi, çok sayıda gereksiz dava da tam tersine mutlaka yüksek mahkemeye gelebiliyor.
Yani Batı hukuk sisteminde yüksek mahkemelere içtihat mahkemesi kimliği vererek sistemi kontrol etme olanağı verilerek uzun yıllardır kendi mecrasında iyi işleyen istinaf sistemi bizde baştan yanlış dizayn edildiği için iyi işlemiyor.
Gelinen nokta ise yüksek mahkemeye yılda 600 bin dava dosyası gelmesi.
Demokratik hukuk devletlerinde normal kabul edilen, bir yüksek mahkeme heyetinin günde en fazla 2-3 davaya bakmasıdır. Bizde ise Yargıtay ve Danıştay'da daire heyetleri günde ortalama en az 30-40 dava dosyasına bakıyorlar.
Hatta Yargıtay'da temyiz dosyalarına heyetlerde aslında tek üyenin baktığı ve bu şekilde her üyenin tek başına verdiği kararları sonradan heyetteki diğer üyelerin de otomatik olarak imzaladığı söyleniyor. Halen bu şekilde devam ediyor mu bilmiyorum, ama birkaç yıl önce böyle olduğunu güvenilir kaynaklardan duymuştum.
Yüksek mahkeme heyetlerinin makul dosya yükü üzerinde dosyaya bakması, adil yargılama hakkı önündeki en büyük engellerden ve sorunlardan biridir.
Varsın adalet biraz daha geciksin. Ama hiç olmazsa dosyalar hakkıyla ve titiz biçimde incelensin.
Adalet hıza teslim edilmesin.
Danıştay 13. Dairesinde üye iken, heyetimiz günde en az 30 dosyayı karara bağlıyordu. Hele Dairenin baktığı davalar özelleştirme, ihale, rekabet, bankacılık, enerji, telekom gibi çetrefilli işler olduğundan, günde 30 dosya ise gerçekten çok fazlaydı. Hakkıyla inceleme ve değerlendirme yapabilmek için insan üstü hatta insani olmayan bir çaba ve çalışma temposu gerekiyordu.
Bundan rahatsızlık duyduğumdan, bir gün heyete, günde baktığımız 10. dosyadan sonraki dosyalara, bir mahkeme heyetinin günde 10 dosyadan fazlasına bakmasının adil yargılanma hakkına aykırılığı nedeniyle karşı oy yazacağımı söyledim.
Heyetteki herkes espri yaptığımı düşünüp gülmeye başlayınca vazgeçtim! Aslında baya ciddiydim!
Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.