Ortaokulu 1978-81 arası aile memleketim Mersin Mut’ta okudum. İki yılını 12 Eylül öncesinde, bir yılını 12 Eylül rejiminde. 12 Eylül öncesi dönemde Mut’un mahalleleri, üçte ikisi sol, üçte biri sağ olarak ikiye bölünmüştü. Her mahallede o siyasi görüşün militan gençleri gece ve gündüz nöbet tutuyor ve karşı siyasi görüşten olanları mahallelerine sokmuyor hatta dövüyordu. Benim okuduğum ortaokulun da bulunduğu lise binası ise solcu ve sağcı bölgelerin tam sınırında kalıyordu. Bu yüzden de tam çatışma noktasındaydı ve sık sık sol-sağ çatışmalarında kavgalardan ve atılan taşlardan nasibini alıyor ve tüm camlar yere iniyordu. Bu yüzden okul çok sık tatil ediliyordu.
Bu arada bizim ev solcu bölgede kalıyordu, ama babam Adalet Partiliydi. Buna rağmen, PTT memuru olduğu ve sivri biri olmadığı için tolere ediliyordu. Sonuçta postacı’ları herkes severdi o dönem!
Biraz fazla genişten aldım belki! Ama gelelim yazının, başlığı Zülfü Livaneli ile ilgisine.
Okulda müzik hocamız yoktu. Müzik dersleri boş geçmesin diye müdür yardımcısı müzik dersimize girer ve tabii ki teknik müzik bilgisi olmadığı için sınıftaki sesi güzel olanlara şarkı-türkü söyletirdi. Ders saati bu şekilde dolardı. Müdür yardımcısı genç ve toydu. Ülkücüydü. Okuldaki siyasi kavgalarda bazen dayak yerdi ve orası burası sargılı biçimde gelirdi okula. Ama dirençli biriydi.
Sınıfta sesi güzel olanlardan biriydim. Ama benden başka da sesi güzel olan ve iyi şarkı-türkü söyleyenler vardı. Ama nedense ihale döner dolaşır hep bana kalır ve hep bana şarkı söyletirlerdi. Diğer iyi şarkı söyleyenler bir bahane bulup söylemezler ve beni öne atarlardı. Çünkü bu derste şarkı söylemek ciddi bir riskti.
O dönemde siyasi kamplaşma öyle bir noktaya gelmişti ki, şarkı-türkülere bile siyasi etiketler yapıştırılmış; siyasi kimlikler verilmişti. Şarkılar ya solcu oluyordu, ya sağcı. Söylediğiniz şarkıya göre siyasi kimliğiniz ortaya çıkıveriyordu. Sağcı olmanıza rağmen "solcu" bir şarkıyı sevemiyor hele de mümkünü yok söyleyemiyordunuz. Ya da tersi.
Sınıfta şarkı söyleyen bizler için sorun şuydu:
Ülkücü müdür yardımcısı sadece Çırpınırdın Karadeniz gibi sağcı şarkılar söylememi istiyordu. Solcu şarkılar söylememizi yasaklamıştı. Kelimenin tam anlamıyla iyi de kulak çekiyordu bu arada. Ciddi can yakıyordu söylediği yapılmazsa.
Sınıfın en arkasında oturan ve birkaç yıldır sınıfta kaldıklarından bizden birkaç yaş büyük, boyları bizim neredeyse iki katımız iri-yarı solcu "militan" ağbiler ise Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz gibi Zülfü Livaneli şarkılarını söylememi; aksi halde teneffüste cezamı vereceklerini söyleyerek tehdit ediyorlardı. Okuldaki hocalar bile korkuyordu zaten bu "ağbiler"den.
İşte sesi güzel olan diğer uyanıklar ortada kalıp bu riski almamak için bir yolunu bulup şarkı söylemekten kaçınıyorlar ve numara yapmaya aklı ermeyen ben, her seferinde somut bahane bulamayarak şarkı söylemek zorunda kalıyordum.
Livaneli’nin sonradan Sevdalım Hayat kitabında sözünü ettiği, "kabahatlerini geniş kuyruklarıyla kapatabilen koyunlar" yanında "küçük kuyruğuyla hiçbir şeyini saklayamayıp ortada kalan günah keçisi" metaforu tam da benim için söylenmiş gibiydi.
Kendimce şöyle bir çözüm bulmuştum:
Başta hocanın istediği "Çırpınırdın Karadeniz"i söylüyordum. Sonra da Zülfü Livaneli’den "Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz" ve diğer bildiğim şarkılarını. Solcu "ağır ağbiler"in baskısından hoca da sesini çıkaramıyordu. Ağır ağbiler de notlarda sınıf birincisi olduğum gibi tüm okulun da birincisi olduğum için benimle gururlandıklarından, bazen sıkıştırsalar da, bir şey yapmıyorlardı.
Doğruya doğru. Bizim aile Adalet Partili olmasına karşın, ben Zülfü Livaneli şarkılarını söylemeyi daha çok seviyordum. Yalnız o zamanların deyimiyle "Zülfü"nün "Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz" şarkısında o çocuk aklımla bir türlü anlayamadığım bir çelişki vardı. Şarkı sonuçta eşkıyalığa karşı idi. Eşkıyalığın iyi bir şey olmadığı, sonu olmadığı, adil olmadığı mesajı veriyordu. Aile çevremin de etkisiyle, solculuk, anarşistlik, militanlık hatta teröristlikle eşdeğer olduğuna göre ve "eşkıyalık" ile paralel anlamda algılanmasına rağmen, nasıl oluyor da bu şarkıyı solcular sahiplenmişlerdi? Bu işte bir terslik yok muydu?
Sonradan üniversitede kendim de sosyal-demokrat bir çizgiye gelince anladım. Eşkıyalığın yani haksız zorbalığın devletten de gelebileceğini. Hatta devletten geleninin çok daha tehlikeli olduğunu. Daha sonraları Fransa’da doktora yaparken Avrupa sosyalizminin krizlerine yerinde tanıklık ettiğimden, liberal gel-git’lerim olsa da, sonuçta solculuğun sağcılığa göre özellikle devlet zorbalığına ve her tür "eşkıyalığa" karşı çok daha insani, dürüst ve adil olduğuna inanıyorum halen.
Ankara Hukuk’ta öğrenciyken Zülfü Livaneli dinlemek o derece baskın bir normdu ki, evine gittiğim her arkadaşımın onun kasetleri dışında başka kaset aldığını ve başka şarkı dinlediğini hatırlamıyorum. Biraz da "herkesin yaptığını yapmama" içgüdüsüyle ve "yerel olanı aşıp evrensel olanın peşinde giderek dünyaya açılma" düşüncesiyle, üniversite ve sonrasında Livaneli’yi bilerek görmezden gelmeyi tercih ettim. O zamanki aklımla, sanki Livaneli dinlersem dünyaya açılamazmışım, fazla lokal kalırmışım gibi hissediyordum. Birçok şarkısını çok sevmeme rağmen hiç kasetini almamıştım mesela. Sadece yabancı müzik kasetleri alıyordum o kompleksle. Bunda o sıralar Pink Floyd’u keşfetmemin de önemli etkisi vardı aslında. Pink Floyd dışında başka müzik dinlemiyordum zaten.
Enteresan bir şekilde Zülfü Livaneli’nin o müthiş bestelerini doktora için gittiğim Fransa’da keşfettim ve takdir ettim sonradan. Gerçek evrenselliğe ulaşmanın, kendisini enternasyonal kalıplara uydurabilmiş yerel kültürden geçtiğini ve yerel kültürün en rafine yönlerinin enternasyonal kültürün algısına adapte edilebilmesinin önemini o zaman farkettim. Türkiye’de bunun pek az kişi ayırdına varıp çok az kimse başarabilmişken (Tanpınar gibi), Livaneli’nin fark edip üstelik uygulamaya da koyabilme başarısını gösterdiğini sonradan anladım.
Kişinin kendi yerel kültürünü tamamen yok sayıp pür Batı kültürü içinde büyümüş taklidi yapmasının sadece "mış gibi" yapma yapaylığı ile kaldığını geç farkediyor insan. Oysa Batı kültürüne de katkı sağlayabilecek olan, yerel kültürün evrensel kültürü zenginleştirecek ögelerini bulup çıkarıp enternasyonal kültürün sindirebileceği formatlara dökebilmek. İşte geriye dönüp baktığımda Zülfü Livaneli’yi bunu başarmış görüyorum.
Yukarıda verdiğim "keçi" örneği dışında, Livaneli’deki kendime yakın bulduğum diğer bir özellik, "kimsenin kendi yerine düşünmesine izin vermemesi" ve "aşiret aşiret bölünmüş bir düşünce ortamında yapayalnız kalma" pahasına "kafasını kimseye ve hiçbir gruba kiraya vermemesi". Bunun birçok ceremesini çekmesine karşın, şarkısındaki gibi "özgürlük" ve yalnızlığının en değerli varlıkları olması. Gerçi kendisi Sevdalım Hayat kitabında bu özellikleri Kazancakis’e atfediyor ama alçak gönüllülüğünden kendisinin de aynı kafada olduğunu söylemese de biz anlıyoruz.
Son olarak Livaneli’yi kendime bu kadar yakın görmemin nedeni, tıpkı benim gibi "heyecanlı ve oradan oraya savrulduğu için çok yanlış yapan biri" olması muhtemelen…
Okuma önerisi: Zülfü Livaneli: Sevdalım Hayat, Doğan Kitap
Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.