Öncelikle dün T24'te yayımlanan yazımla ilgili pek haksız bir eleştiriye cevap vermeliyim...
“Ataerkil siyasetin sonu” başlıklı yazıda, 1994'te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan'a televizyonda sorduğum bir soruya aldığım cevabı hatırlatmıştım...
Erdoğan, belediyeye ait bir salonda resim sergisi açan bir ressamın verdiği kokteylde içki sunulmasına izin vermemiş, gerekçesini de “Ben bu şehrin imamıyım aynı zamanda, dolayısıyla İstanbul'da yaşayanların günahlarından da sorumluyum” diye açıklamıştı.
Bazı internet siteleri, yazımın sadece bu paragrafını alıntılayarak “şimdi mi aklına geldi bunu hatırlatmak” sorusunu sordular.
İma ettikleri şey açıktı: Onlara göre, ben bunu ancak şimdi, herkesin Tayyip Erdoğan'a hücum ettiği koşullarda hatırlatmış, böylece korkaklara has bir “belaltı vuruş” gerçekleştirmiştim.
Onlara hatırlatmak isterim: Bu sözleri ilk kez 1994'te genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm Aktüel dergisinde yayımladım ve kınadım.
Yine, 2008'de Aktüel için kaleme aldığım portreler dizisinde bir kez daha uzun uzun anlattım.
Sonraki yıllarda da Taraf gazetesindeki yazılarımda çeşitli vesilelerle defalarca hatırlattım.
Bu sözlere referans verdiğim son iki yazım, geçtiğimiz yıl tam bu günlerde Taraf gazetesinde yayımlandı:
“1994’ten 2012’ye Erdoğan... 1994: ‘Ben bu şehrin imamıyım’”, Taraf, 5 Haziran 2012.
Ve,
“1994’ten 2012’ye Erdoğan... 2012: ‘Ben her şeyden sorumluyum’”, Taraf, 8 Haziran 2012.
Bu yazılar, geçtiğimiz yazın büyük gürültü kopartan iki tartışmasına dairdi: Sezaryen ve kürtaj.
Yazılarda, Erdoğan'ın, bireylerin tercih haklarına yönelik kaba müdahale çabasının ve yeni toplumsal yaşam modelleri ihdas etme hevesinin, toplumu “daha önce benzerine hiç şahit olmadığımız çok büyük bir gerilimin eşiğine” taşıyacağını savunmuştum.
Bu iki yazıyı peşpeşe bir kez de T24 okurlarının dikkatine sunmak istiyorum.
Böylece hem “Korkak liboş, şimdi mi cesaret edebildin Tayyip Erdoğan'ı eleştirmeye” diyenlere bir cevap vermiş olacak, hem de “Gezi ruhu”nun biçimlenmesinde hatırı sayılır bir rol oynayan Başbakan Erdoğan'ın ataerkil-otoriter tavrının bugün unutulmuş görünen başka tezahürlerine dair bazı hatırlatmalarda bulunmuş olacağım.
Taraf'ta yayımlanan 5 Haziran 2012 tarihli ilk yazı ile 8 Haziran 2012 tarihli ikinci yazı aşağıda...
*****
(Taraf, 5 Haziran 2012)
27 Mart 1994 ara seçimlerinin sonuçları açıklanıp da İstanbul’un artık Refah Partili (RP) bir belediye başkanı tarafından yönetileceğinin ortaya çıkmasıyla birlikte şehirde büyük bir panik havası doğmuştu. O günleri, bazı meslektaşlarımın bana yaşattığı bir “travma”dan dolayı (birazdan açıklayacağım) belki en net hatırlayan gazeteciyim...
Sonraki yıllarda sık sık tekrarlanacak olan, “Böyle giderse, şu kadar yıl sonra bu şehirde içki içecek tek bir meyhane bile kalmaz” dizisinin başlamasına neden olan yeni belediye başkanı, son yıllarını RP İstanbul İl Başkanı olarak geçirmiş, 40 yaşında, fazla tanınmayan bir politik figürdü. Adı, Recep Tayyip Erdoğan’dı.
Şehirdeki “hava”dan söz etmiştim; gerçekten çok tuhaf günlerdi. “Korku” matbaası bütün makinelerini “fısıltı gazetesi”nin emrine vermişti. Şurada bir mini etekli kız sakallı birkaç kişi tarafından otobüsten indirilip ölesiye dövülmüş, burada bir başka mini etekli kızın yüzüne kezzap atılmıştı. Yeni başkan daha şimdiden Nevizade’nin kapatılması talimatını vermişti, yakında Yüksek Kaldırım’daki genelev de kapatılacaktı.
“Laikliğin elden gitmekte olduğu” yönündeki korkular, bütün kesimleri çılgın, zaman zaman da gülümseten tepkilere yöneltiyordu. Aralarından birini hiç unutamıyorum: Bir grup manken, kuvayı milliye kıyafetleriyle podyuma çıkmış, “laiklik mesajı” vermişti, bazılarının arada gazetecilere verdiği beyanatlar da ertesi günkü gazetelerde genişçe yer almıştı: O zamana kadar iç çamaşırı defilelerine çıkmamışlardı, fakat artık çıkacaklardı!
İnternet ahalisinin arayıp da bulamayacağı günlerdi, lâkin o zamanlar internet yoktu!
İstanbul’da Tayyip Erdoğan yüzde 25 oy almıştı. Bir arkadaşım, “Düşünsene” demişti bana yüzünde bir dehşet ifadesiyle, “sokakta karşılaştığım her dört kişiden biri dinci!”
27 Mart seçimlerinden birkaç hafta önce Aktüel’in genel yayın yönetmeni olmuştum. İşte o koşullarda, herkesin “nasıl olur, nasıl oldu” diye sorduğu günlerde biz de iki formalık bir “Refah Partisi” ilavesi vermeye ve bu soruları cevaplamaya çalıştık.
Hazırladığımız ilave gerçekten çok doyurucuydu. İyi bir gazetecilik yaptığımıza inanıyordum.
Ne saflık! Öyle günlerde gazeteciliğin gazetecilik kriterleriyle değerlendirilemeyeceğini hesaplayamamıştım! Fakat işin, yakın arkadaşlarım olan rakiplerimiz tarafından, doğrudan “patron”a yazılmış “suç duyurusuyla” Aktüel’den atılmam talebine kadar vardırılacağı aklıma bile gelmemişti: Yediğim halt, RP’li olduğumun açık deliliydi. Peki, bu durumda ben, laiklik konusundaki hassasiyetiyle öne çıkan Sabah grubunda çalışmaya nasıl devam edecektim? Dinç Bilgin ve Mehmet Emin Karamehmet (Akşam grubunun şimdiki patronu o zaman Sabah grubuna ortak olmuştu) bunu nasıl içlerine sindireceklerdi? (Abartmıyorum, patronların ismini anarak yapmışlardı “suç” duyurularını.)
Aradan altı ay geçti. Memleketteki hava hiç değişmemişti. İstanbul’un yeni belediye başkanının gazetecilere “icraat”ının ilk altı ayının hesabını vermesi amacıyla düzenlenen televizyon programı için “Kanal 7” stüdyosuna gittiğimde, bunu bir kez daha anladım. “Laik basın”dan sadece ben vardım. Sordum: Birçok ismi çağırmışlardı fakat hiçbiri gelmemişti. Size bugün tuhaf gelebilir, fakat o zamanlar gazetecilerin gözünde ne tek muhafazakâr televizyon olan Kanal 7’nin, ne de seçilmiş de olsa Tayyip Erdoğan’ın bir meşruiyeti vardı. Bu manzaraya ve altı ay önce arkadaş-meslektaşlardan yediğim vurguna rağmen ben hâlâ böyle bir toplantıya katılmanın cesaret gerektiren bir tavır olduğunun farkında değildim. Ta ki, karşımızdaki Erdoğan’a soru soracak gazeteciler arasında yer alan tıp doktoru Hüsrev Hatemi’nin (yeterince gazeteci bulunamamıştı!) küçük bir kâğıda oracıkta yazıp bana uzattığı minik şiiri okuyana kadar: “Alper’deki kalp imiş / Hem alp hem de er imiş...”
Recep Tayyip Erdoğan’la bu ilk ve son karşılaşmamızı da anlatmalıyım size...
Sorumu sormadan önce, meslektaşlarım adına bir özeleştiri yapmak istediğimi belirttim: Başkan seçilmesinin öncesinde ve sonrasında kendisine en fazla sorulan sorunun “genelevi kapatacak mısınız?” olmasından ve bunun da “laiklik ve yaşam tarzı” hassasiyeti çerçevesinde dile getirilmesinden duyduğum rahatsızlığı dile getirdim.
Çok memnun oldu. “Böyle gazetecilere canım feda” falan dedi ama, sorumu sormamla birlikte hava birden değişti. O günlerde, Fransa’da yaşayan bir kadın ressamımızın sergisiyle ilgili bir tartışma vardı. Sergi için Belediye’nin bir mekânı kiralanmış, fakat kokteylde konuklara içki sunulmasına izin verilmemişti.
Ben, çiçeği burnunda belediye başkanına, “kendi davetlerinde içki sunmama haklarına saygı gösterdiğimi, fakat sırf mekânın sahibi diye başkalarının davetinde kendini söz sahibi sayma tavrının tehlikeli bir özgürlük kısıtlaması olduğunu” hatırlattım ve şöyle sordum: “Günah olduğuna inanıyorsunuz, peki neden insanları kendi günahlarıyla baş başa bırakmıyorsunuz?”
Gelen cevap biraz “kan dondurucu” türdendi: “Çünkü ben aynı zamanda bu şehrin imamıyım. İnsanların günah işlemesine engel olmak da görevlerim arasındadır.”
Bereket, “korku”dan başka tahlil araçları da olan bir insan ve bir gazeteciydim. Aksi takdirde bu feci cümleyi beynime nakşedip, “bunlar yakında hepimizi keser” çizgisine gelmem işten bile değildi.
Buraya kadar yazdıklarımı, Aktüel dergisinde 2008 yazında yayımlanmış Recep Tayyip Erdoğan portresinden aldım.
O portreyi, bilhassa da 18 yıl öncesine dair Kanal 7’deki toplantıyı zihnime yeniden düşüren şey, Başbakan Erdoğan’ın sezaryen ve kürtaj tartışmaları sırasında sarf ettiği, “Bu ülkenin başbakanı olarak her şeyden sorumluyum” cümlesi oldu.
Öz olarak “Ben bu şehrin imamıyım” cümlesiyle hiçbir farkı bulunmayan ve 18 yıl sonra gelen bu yeni çıkış ne anlama geliyordu?
Başbakan Erdoğan’ın, insanların özel hayatlarıyla ilgili olarak düşünce, tavsiye ya da “tebliğ” çerçevesini çok aşan; düşüncenin, tavsiyenin ya da “tebliğ”in dilinden çok uzak, otoriter bir dille bir süredir kamuoyunun tepesinden boca ettiği toplumsal yaşama modellerinin kaynağı neydi?
Toplumu yeniden biçimlendirmeye yönelik bu modeller, kendisini “başkalarının günahlarından da sorumlu” gören bir politik liderin sorumluluk anlayışının ve duygusunun neticesiyse eğer, daha önce benzerine hiç şahit olmadığımız çok büyük bir toplumsal gerilimin eşiğindeyiz demektir.
Peki, Başbakan Erdoğan’ın özel hayat, toplumsal hayat çerçevesinde son seçimlerden bu yana dile getirdiği “model”lerin kaynağı, kendisini “başkalarının günahlarından da sorumlu sayan” bir dindarlık algısının ürünü olabilir mi gerçekten? Doğrusu bugün, bir başka vesileyle 2010 yazında yine sorduğum bu soruya o zaman verdiğim cevabı verebilecek kadar rahat hissetmiyorum kendimi. Şöyle yazmıştım o zaman:
“(...) Erdoğan hiç kuşkusuz başbakanı olduğu ülkede ‘içki içme günahı’ işleyen yurttaş sayısının mümkün olduğu kadar az olmasını ister. Hatta mümkünse hiç içki içilmesin ister. Fakat bugün artık kendisini ‘ülkenin imamı’ olarak görmediğini, ‘herkesin günahı kendi boynuna’ noktasına geldiğini düşünüyorum.”
Bugün, 2010 yazındaki kadar rahat olmadığımı ifade ederken neyi imâ ettiğimin farkındayım... Evet, Tayyip Erdoğan’ın 1994’te açık yüreklilikle ortaya koyduğu inanç ve eylem çerçevesinden gerçek anlamda kopmadığını, siyasi pozisyonunu konsolide ettikten sonra o çerçeveye yeniden dönmeye karar vermiş olabileceğini bugün ciddi ciddi düşünüyorum.
Beni bu yönde düşünmeye sevk eden şeylerden biri de, Erdoğan’ı yakından tanıyan ve ona sempati duyan dindar bir arkadaşımın, ona yönelttiğim “Erdoğan’daki değişimi nasıl açıklıyorsun” soruma verdiği cevap oldu. Arkadaşım, benim bu yazıda ifade ettiğim düşüncelerimden habersiz olarak, “Yanılıyor olabilirim ama” deyip devam etti: “Benim algılamam, Tayyip Bey’in kendisini aynı zamanda bir dinî figür olarak gördüğü yönünde... Dolayısıyla siyaseti yönetmek onu kesmiyor olabilir.”
İnşallah o arkadaşım da ben de yanılıyoruzdur, şüphelerimiz geçersizdir ve Erdoğan kendisini, yönettiklerinin günahlarından (da) sorumlu gören bir dindarlık anlayışına sahip değildir.
*****
(Taraf, 8 Haziran 2012)
Aslına bakarsanız, Başbakan Erdoğan’ın kürtajla ilgili olarak sarf ettiği, “Bu ülkenin başbakanı olarak her meseleden sorumluyum” cümlesi, altında “dinî inanç imalı çapanoğlu” aranacak bir cümle değildi. Fakat biliyorsunuz, ben salı günkü yazımda aradım!
Çünkü bu cümle bana, Erdoğan’ın, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na yeni başladığı günlerde sarf ettiği bir başka cümleyi hatırlatmıştı.
Size de hatırlatayım: Erdoğan, bundan 18 yıl önce Belediye’nin mekânlarından birinde açılan bir resim sergisinin kokteylinde içki sunulmasına izin vermemiş, bunu da, “Ben bu şehrin yalnızca belediye başkanı değilim, aynı zamanda imamıyım ve başkalarının günahlarından da sorumluyum” diye savunmuştu.
Bu savunma, çiçeği burnunda Belediye Başkanı’na bizzat benim sorduğum bir soruya cevaben geldiği için onu hiç unutmamıştım ve ilk bakışta hiçbir sorun içermiyormuş gibi görünen “Bu ülkenin başbakanı olarak her meseleden sorumluyum” cümlesi, benim için bir anda alarme edici bir cümle hâline gelivermişti.
Nedeni açık: Başbakan’ın bu cümlesi, tıpkı 1994’te ifade ettiği gibi kendisini “yönettiklerinin günahlarından da sorumlu” bir lider olarak gördüğü anlamına geliyorsa, bunun derin toplumsal gerilimlere yol açacağı kuşkusuzdu.
Geçen yazıda, bunun hiç de yabana atılamayacak bir ihtimal olarak önümüzde durduğunu söylemiş, kesin ifadeler kullanmaktan özellikle kaçınmıştım. Elbette şu anda da sadece bir “ihtimal”den söz ediyorum ve bu ihtimalin gerçek olmamasını diliyorum.
Fakat söylemek zorundayım ki, “Bu ülkenin başbakanı olarak her meseleden sorumluyum” cümlesi, hiçbir dinî referans içermiyor olsa dahi sorunlu bir cümledir ve tek başına bu cümle bile Başbakan’ın otoriter yönelimlerin fâş edecek bir içeriğe sahiptir.
İşte bugünkü yazının konusu, Başbakan’ın o cümlesi...
Başbakan Erdoğan’ın cümlesi sorunlu, çünkü bu cümle bireysel kararlar ve bireysel ilişkiler çerçevesindeki “meseleler”e dair olarak sarf edildi... Yoksa, makro siyasi ve iktisadi meseleler çerçevesinde söylenmiş olsaydı, bundan kimse rahatsızlık duymazdı.
Tek tek bireysel kararlar ve ilişkiler, içinde yer aldıkları toplumun yaşam biçimini de belirliyor. Bu bireysel karar ve ilişkiler ne kadar zenginse, toplumsal yaşamın yelpazesi de o kadar geniş oluyor.
Siyasi iktidarların bireysel kararlar ve bireysel ilişkiler alanına karışmamaları çok sık tekrar edilse ve bu demokratik bir standart olarak benimsense de, hepimiz biliyoruz ki bütün iktidarların bir de toplumsal yaşam tahayyülleri vardır. Her iktidar, nihai başarısını oradaki değişikliklere bakarak ölçer.
Bu söylediğim, otoriter ya da demokratik, bütün zihniyetlerden iktidarlar için geçerlidir.
Fark şuradadır: Otoriter zihniyet sahibi iktidar yapıları, kendi toplumsal yaşam tahayyüllerini, ellerinde tuttukları siyasi iktidarın gücünü kullanarak gerçekleştirmeye çalışırlar.
Buna karşılık demokratik zihniyet sahibi iktidar yapıları, kendi toplumsal yaşam tahayyüllerini tartışma, ikna vb. gibi araçlarla hayata geçirmeye gayret ederler.
Yani sorun, iktidarların bir toplumsal yaşam tahayyülüne sahip olmalarında değil, iktidarların onu gerçekleştirmeye çalışırken başvurdukları araçlardadır.
Tahayyülün hâlisliği konusunda hiçbir tartışma olmasa bile, onu siyasi iktidarın gücünü kullanarak hayata geçirmeye kalktığınızda “demokratik haklılığınız” biter... Mesela kabilinden: Diyelim bir partinin, her ikisi de çalışan eşlerin ev işlerini eşit olarak paylaşması yönünde bir tahayyülü vardır. Bu parti iktidara gelsin ve söz verdiği gelişmeyi sağlamak üzere, evlerdeki durumu denetlemek amacıyla “aile müfettişliği” kurumu ihdas etsin. Buyurun size, son derece demokratik bir talebin, onu gerçekleştirmek için devreye sokulan aracın antidemokratik niteliği nedeniyle bütün meşruiyetini kaybetmesine dair bir örnek...
Geçmişin sosyalizm deneyleri, tartıştığımız konu açısından öğretici örnekler teşkil ediyor... Oralarda da birtakım “hâlis” amaçlar uğruna devlet iktidarları bireysel ilişkiler alanlarına müdahale etti ve sonuç hepimizin bildiği şekilde tezahür etti.
Yani, “bu ülkenin başbakanı olarak her meseleden sorumluyum” cümlesini, dindar bir başbakan olan Tayyip Erdoğan değil de tümüyle seküler kaygılarla hareket eden bir başbakan sarf etseydi de durum değişmeyecekti. Çünkü “her mesele”nin bireysel kararlar ve ilişkiler çerçevesini de kapsaması durumunda, bu sözün otoriter yöntemler ve sonuçlar üretmemesi imkânsızdır.
Sâikleri ister dinî olsun ister seküler, Başbakan Erdoğan’ın bireysel ilişkileri kendi toplumsal tahayyülü doğrultusunda biçimlendirme yönünde güçlü bir arzusunun ve iradesinin olduğu bence açık.
Acaba Tayyip Erdoğan’ın çevresinde, bu türden arzuların demokratik bir yönetim tarzıyla bağdaşmayacağını söyleyecek cesarette danışmanlar var mı?
Acaba Adalet ve Kalkınma Partisi’nin nomenklaturasında, Başbakan’la aynı toplumsal tahayyülü paylaşsalar bile, o tahayyülü “emir komuta zinciri içinde ve emirle” hayata geçirmenin toplumun hiç değilse bazı kesimleri için “zulüm” anlamına geleceğini bilen parti büyükleri var mı?
Nihayet, eskiden kendilerini dışlayan siyasi iktidarlar tarafından tesbit edilen “toplumsal iyi”yi benimsemeleri için zorlanan Türkiye’nin dindarları... Acaba Türkiye’de, kendilerine yakın bir iktidar tarafından tesbit edilen yeni “toplumsal iyi”nin zorla yerleştirilmesinin toplumun hiç değilse bazı kesimleri için “zulüm” anlamına geleceğini haykıracak ve buna karşı çıkacak dindar entelektüeller var mı?
Bakalım önümüzdeki dönem, bu sorular ne türden karşılıklar bulacak?