Taksim Dayanışması'nın, Taksim Yayalaştırma Projesi'nin 6 Haziran'da mahkeme kararıyla iptal edildiğini bu tarihten bir süre sonra öğrendiği halde bunu kamuoyundan “gizlediği” yönündeki iddiaları dile getirip Dayanışma'ya “çıplak sorular” sormam, ancak “infial”le tanımlayabileceğim dizginsiz bir tepkiye yol açtı.
Oysa iddia ciddiydi ve icra ettiği mesleğin en kritik özelliğinin “kuşku duymak” olduğunu bilen bir gazeteci olarak bu meseleyi deşmek, benim görevimdi.
Deştim ve ardından gelen tepkilerden anladım ki, bazıları, gazetecilik mesleğinin bu ilkesini “kuşku duymak ama bizim tarafın canını sıkmayacak tarzda kuşku duymak” olarak algılamaktadırlar.
Ben bu algıyı, mesela Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili olarak yazdığım “kuşku” belirten yazılardan sonra aldığım tepkilerden gayet iyi biliyorum.
Örnekleyeyim:
Mesela, Danıştay saldırganı Alparslan Arslan'ın babasının “şişen” banka hesabından yola çıkarak yazılan şişirilmiş “Ergenekon'un para trafiği” haberlerini eleştirdiğim “İddialarımızı zayıflatsa da, gerçek gerçektir” başlıklı yazımdan sonra yediğim küfürlerden biliyorum.
Mesela, günlüklerini yayımladığım emekli deniz kuvvetleri komutanı Özden Örnek'in “gerçekte Balyoz darbe planına hiçbir şekilde bulaşmamış, dolayısıyla da haksız bir şekilde hüküm giymiş” olabileceğine dair kuşkularımı dile getirdiğim “Örnek, Balyoz’da olmayabilir mi?” başlıklı yazımdan sonra yediğim küfürlerden biliyorum.
Gezi ile ilgili fikirlerim biliniyor, T24'teki yazılarım ortada... Fakat işte, bir gazetecinin görmek ve deşmekten imtina edemeyeceği bir iddia ile ilgili olarak sorular sorunca, bu defa da buradan küfürlere boğuldum...
Gerçek anlamda küfürlerden söz ediyorum, o kadar çoktular ki, yazım T24'te yayımlandıktan birkaç saat sonra Twitter'da “TT” oldum!
Bu insanlar, sormadığı, sorgulamadığı, gizlediği için medyaya isyan eden insanlar değil miydi?
Söyler misiniz, bu çelişkiyi nasıl gidereceğiz? Bazı durumlarda hakikat perdelemesini makul ve meşru mu sayacağız?
Ortada kuşkulu bir durum varsa, gazetecinin görevi, “bizim taraf”ı mı yoksa “karşı taraf”ı mı rahatsız edeceğine bakmaksızın kuşkuyu dile getirmektir, meseleyi deşmektir.
“Biz-onlar” ekseninde üretilmiş bir hassasiyet ölçüsü, hakkaniyetli bir gazetecilikle bağdaşmaz.
Gazeteci bu tür haberlerde hassasiyetini, yazacağı metnin diline yönelik olarak göstermelidir... Yıllar önce, taa Medyakronik döneminde (2000-2002) kuşkulu durumlarda gazetecinin nasıl bir dil kullanması gerektiğine dair bir yazımda şöyle demiştim:
“Kuşkulu durumlar ve böyle durumların haberleştirilmesi, gazetecilerin karşısına çıkan en netameli sorunlardan biri... Birçok açıdan bıçak sırtı bir sorun...
“Öncelikle, hem kuşkuyu iletmek, hem de kamuoyunda yanlış algılamalara yol açmamak gerekir. Gazeteci, kuşku iletiyorum derken, 'kesin gerçek' etkisi yaratırsa (...) istemeden bir dezenformasyonun aleti haline gelebilir.
“İkincisi, kuşkunun temeli olmalıdır. Gazeteci, 'canım mesele yeterince açık zaten' deyip, kuşkuyu temellendirme gayretini göstermezse, okurda/izleyicide bir güven kaybının ortaya çıkması kaçınılmazdır.”
Ben isterdim ki yazım bu çerçevede eleştirilsin...
Suçlama dili mi kullanmışım, yoksa sadece soru mu sormuşum? Ortadaki iddiayı temellendirmek için ciddi ciddi uğraşmış mıyım, yoksa okura hükmü dayatıp kenara mı çekilmişim? Argümanlarım zayıf mı, zayıfsa neden zayıf?
Fakat heyhat! Gelen “eleştiri”lerin neredeyse tamamında hiçbir şey söylenmiyordu... Küfürlü ya da küfürsüz, suçlamadan başka bir şey yoktu.
Hele hele yazımın yayımlanmasının akşamında vuku bulan Taksim Dayanışması'na yönelik gözaltıları benim yazıma bağlayan, yazının “operasyon fişeği” olduğunu öne süren o akılsız ve ruhsuz suçlamalar... Onların sahiplerine diyecek hiçbir sözüm yok, sadece duymayanlara “bu da oldu” demek için hatırlatıyorum: Zırva bir bağlantı üzerinden Taksim Dayanışması'nı hedef gösterdiğimi söylerken beni hedefe koyan bir değil, beş değil, yüzlerce kişi...
Örnek olsun diye az sayıdaki edepli eleştirilerden birini sizin de dikkatinize sunayım... Murat Ayaz adlı okur şöyle yazmıştı:
“Sayın Görmüş, Taraf'tan ayrıldığınızdan beri saçma sapan şeyler yazıp duruyorsunuz. Yine de son yazınıza kadar -Taraf günlerinin hatırına- size saygı beslemekteydim. Ancak bundan böyle bir tek yazınızı dahi okumayacağım. Taksim Dayanışması'ndan önce kendinize şu soruyu sorun: Ne oldu benim vicdanıma, aklıma?”
Okuruma cevaben şöyle yazdım:
“Merhaba Murat Ayaz,
“Yazıyı okudunuz mu? Okudunuzsa, neresine itiraz ettiğinizi belirtir misiniz?
“O bilginin 'meslek etiğine saygı' gerekçesiyle kamuoyuyla paylaşılmamasını makul buluyor musunuz gerçekten?
“Ortada ciddi bir soru varsa, bir gazetecinin bunu deşmesi mi sorunludur, deşmemesi mi?
"'Kol kırılır yen içinde' demiyorsanız, lütfen bu sorulara cevap verir misiniz?”
Galiba okurum bundan böyle hiçbir yazımı okumama kararını kendisine görderdiğim bu kısa metne de uygulamış: Kendisinden cevap alamadım.
Peki, yazımla ilgili eleştirilerde hiç mi somut nokta yok?
Var birkaç tane...
Bunlardan biri, yazımdaki bir maddi hataya ilişkin... Tanıdığım en titiz gazetecilerden biri olan bir arkadaşımın sözleriyle:
"'Bu açıklansa pek çok ölüm, göz çıkması önlenebilirdi diyorsun. Halbuki, komiser Mustafa Sarı bile 6 Haziran'dan önce hayatını kaybetti. Ethem Sarısülük 1 Haziran'da vuruldu. Abdullah Cömert ile Mehmet Ayvalıtaş ondan da önce öldüler. Ethem, zavallı, can çekiştiği için 11'inde mi 12'sinde mi ne öldü.
“Cumartesi sanırım bir kişinin daha başına geldi, emin değilim, bu hariç 11 kişinin gözü çıktı. Hepsi 6 haziran'dan önce.
“Elbette pek çok şey önlenebilirdi, doğru, ama ölümler-göz çıkarmalar... deyince doğru değil.”
Söylenecek söz yok. Dikkatsiz davranmışım ve bu hata için özür diliyorum.
Gelelim öbür somut itirazlara...
Bir maddi hata beyanı da avukat Can Atalay'dan geldi... Atalay, Mahkeme'nin 6 Haziran tarihli görüşme tutanağını 18 Haziran'dan sonra gördüğünü, ses kaydındaki “22-23 gün önce öğrendik” ifadesinin yoğunluktan kaynaklanan bir “maddi hata” olduğunu söyledi.
Ben buna inanıyorum, fakat bu sorduğum soruyu geçersizleştirmiyor. Soru şöyle: 6 Haziran sonrasındaki herhangi bir tarihte öğrenilmiş olan iptal kararı neden o tarihte kamuoyuyla paylaşılmadı.
Bu soruya birkaç avukattan şöyle bir cevap geldi: İdari davalarda bazen gerekçeli karar ile başlangıçtaki karar arasında ciddi farklar oluşur, o nedenle gerekçeli kararı görmeden görüşme tutanağındaki karara bakarak sonuca varmak yanıltıcı olabilir.
İzlemedim ama duydum: Can Atalay da Artı 1 TV'de Banu Güven'e bu argümanı öne çıkartan bir açıklama yapmış.
Benim anlamadığım şu: Neden benim yazımın geniş bir tartışma yaratmasından önce “gerekçeli karar” meselesi bu açıklıkla ortaya konmadı. Kararın bilinmesine rağmen açıklanmaması, neden sadece “etik olmaz”, “mahkemeye hürmet” gibi argümanlarla izah edilmeye çalışıldı?
Bu nokta bende, yazımı izleyen “gerekçeli karar” izahlarının abartılı olduğu izlenimini uyandırıyor... İşin bu yanını tartışmaya devam etmek gerekiyor.
Tam anlayamadığım bir nokta da şu: Can Atalay, Taksim Dayanışması'nı temsil eden bir grupla dün dolaştığı Gezi Parkı'nda aynen şöyle dedi:
“18 Haziran... Biz en erken o tarihte öğrenmiş olabiliriz. Ancak: Biz, bu hükümete güvenmiyoruz. Görüşme tutanağının değiştirilip değiştirilmeyeceğini bilemezdik. Kararın UYAP'a, bütün metnin karar olarak düştüğü tarih, 3 Temmuz... Taksim Dayanışması da 3 Temmuz'da saat 19:00'da basın açıklamasıyla kararı duyurmuştur.”
Anlamadığım şey şu: 6 Haziran tarihli görüşme tutanağı, Atalay'ın da kabul ettiği gibi “Taksim Yayalaştırma Projesi'nin iptaline” diyor... Bu durumda Taksim Dayanışması “hükümete güvenmiyoruz” derken iptal kararının hükümet baskısıyla değiştirilmesi ihtimaline mi gönderme yapıyor?
E, iyi ya. Böyle bir durumda görüşme tutanağını bir şekilde basına sızdırmak, “hükümet baskısı”nı azaltıcı bir rol oynamaz mıydı?
Görüyorsunuz, benim “Dayanışma'ya sorular”ımın ardından dile getirilen yeni argümanlar fazla kullanışlı görülmüyor ve geriye yine “etik kaygı” kalıyor.
Bu durumda ilk yazıda dile getirdiğim soru da geçerliliğini koruyor:
Hangi “etik” kaygı, açıklanması durumunda birçok şeyi önleyebilecek bir bilginin gizlenmesini haklı, anlamlı ve meşru kılar?
En önemli bölümü sona bıraktım... Yazımı eleştirenlerin önemli bir bölümü bana soruyorlardı:
“6 Haziran'daki kararı neden bizim bir ay sonra, 3 Temmuz'da öğrenebildiğimize dair soruları Dayanışma'dan önce hükümete ve mahkemeye sormanız gerekmez miydi?”
Bu soru, başka birçok işaretle birlikte yazımın okunmadan yorumlandığını gösteriyordu... Çünkü yazının sonunda tam da bu soruları soruyordum hükümete ve mahkemeye...
Bu okurlara -inşallah buraya kadar gelmişlerdir diyerek- yazımın son bölümünü bir kez daha hatırlatıyorum:
“Gerçekten, meseleyi hâkimler bakımından 'anlayabilmemiz' de imkânsız görünüyor. Onlara sorulması gereken soru da şöyle: 'Sayın hâkimler... 6 Haziran'da ülkedeki yangını söndürmede altın kıymetinde bir karar verdiniz... Ve fakat karara bir gerekçe yazıp imzalamak için tam bir ay beklediniz... Lütfen neden bu kadar beklediğinizi açıklar mısınız?... Taksim Dayanışması'nın açıklamasından, siz hâkimlerin, önünüze gelen uyuşmazlıklar ile ilgili kararınızı verdikten yaklaşık 1 ay sonra kararın gerekçelerini yazdığınızı öğrendik... Hatta Dayanışma temsilcileri bu nedenle sizi suçladı da... Hakikaten: Bu bir ay Allah'ın emri olmadığı halde neden bu kadar beklediniz?'
“Tabii bir de işin 'idare' tarafı var... Öyle ya, memleket yanarken, o esnada mahkemede neler olup bittiğini hükümetin, bakanlığın ve belediyenin de izliyor olması gerekmez miydi? Onlar da tıpkı Dayanışma gibi mahkemenin iptal kararını bildikleri halde 'yargıya hürmetlerinden' ötürü sustular mı, yoksa...
“Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhçu, iddialara cevap vermek için yazdıkları açıklamayı basına sunarken işin bu yanına da dikkat çekmiş, şöyle demişti: 'Bizim karardan ilk günden haberdar olduğumuz söyleniyor, madem ben biliyordum, o zaman hükümet de biliyordur, Kültür ve Turizm Bakanlığı da biliyordur...' ('Kararı bilmiyorduk' başlıklı haber, Taraf, 5 Temmuz 2013).
“Elhak doğru... Fakat Taksim Dayanışması'nın mahkemeyi, hükümeti, bakanlığı suçlamadan önce kendisiyle ilgili ithamlara doyurucu bir cevap vermesi gerekmez mi?
“Mahkemeye ve idareye gelince: Gerçekten, onların da cevap vermesi gereken çok ciddi bir durumla karşı karşıyayız.
“Çünkü şu anda durum şöyle görünüyor: Meğer hükümetin de, yargının da, Dayanışma'nın da sokaktaki yangından bir şikâyeti yokmuş... Herkes ondan bir şeyler ummaktaymış ve o nedenle yangının başlarında bir lûtuf gibi ortaya çıkıveren yangın söndürme cihazını hep birlikte gizleyivermişler!
“Bu nasıl bir şey? Böyle bir şey olabilir mi?
“Eğer hükümetten ve yargıdan gelecek izahlar da ikna edicilikte Dayanışma'nınki kadar problemli olacaksa, evet bu yönde kuşku belirteceklere kimse 'sen deli misin kardeşim' diyemeyecektir!”
Yazının tamamını okuyup, 6 Haziran'daki kararı bir ay sonra öğrenebilmemizde hükümetin sorumluluğuna da dikkat çektiğimi bilen ve kabul eden okurlardan biri, “iğneyi hükümete, çuvaldızı Dayanışma'ya batırdığım” eleştirisini yöneltmişti.
Bu algıyı anlayabiliyorum; sebebi, yazının Dayanışma üzerine kurulmuş olmasıydı... Fakat bu biraz da kaçınılmazdı, çünkü Dayanışma'nın 6 Haziran kararını sonraki bir tarihte öğrendiğini biliyorduk, fakat hükümet için şu anda dahi aynı şeyi söyleyemiyoruz.
Ben, bilmemesini neredeyse imkânsız görüyorum, fakat henüz oradan “biliyorduk, fakat açıklamadık” gibi bir açıklama gelmedi.
Yani Dayanışma'ya sorduğumuz “biliyordun da neden açıklamadın” sorusunu hükümete -şimdilik- soramıyoruz.
Fakat hükümete sorulacak sorular var...
Görüyorum ki, yazımla ilgili hiçbir şey söylemeden, salt suçlama sıfatları eşliğinde “eleştiri”ye soyunanlar arasında gazeteci meslektaşlarım da var.
Son sözüm onlara...
Bana saydırmaya devam edin, fakat lütfen enerjinizin bir bölümünü de hükümeti ve mahkemeyi bu tuhaf durumu açıklamaya zorlayın.
Dediğim gibi, benim aklım, hükümetin 6 Haziran'daki karardan haberdar olmamasını almıyor.
Hatırlasanıza, hükümetin sokağı kontrollü biçimde hareketli tutmak, bu yolla Gezi'yle -esnaf üzerinden- halk arasındaki mesafeyi büyütmek, böylece tabanını konsolide ederek seçime gitmek gibi bir siyasi stratejisinin olabileceğinden söz ediliyordu.
Bu “siyasi strateji” geçerliyse şayet, 6 Haziran'daki kararın açığa çıkması (ve tansiyonun düşmesi) hükümetin işine gelmezdi.
Bir daha söylüyorum: Hüküm faslından konuşmuyorum, kuşku dile getiriyorum ve meslektaşlarımı da kuşkulu olmaya davet ediyorum.
Aynı şekilde, mahkemenin neden bir gecede yazabileceği bir gerekçe için bir ay beklemesini de hiçbir biçimde izah edemiyorum.
Meslektaşlarımızı orada da meraklı olmaya, kuşku duymaya ve soru sormaya davet ediyorum.