Geçmişte yaptığımız hatalar üzerinde düşünmek ve yapılan hataları kabul etmek, elbette olgunluk ve cesaret gerektiren bir edimdir... Fakat şu anda yapmakta olduğumuz hatalar üzerinde düşünmek, "şu anda (da) hata yapıyor olabilir miyim" diye sormak, geçmişteki hataların gerektirdiğinden çok daha büyük bir olgunluğu ve cesareti gerektirir.
Geçmiş hatalarınızla yüzleşmeniz ve onlardan ders çıkarmanız, bugünkü hatalarınızın tamirinde size fazla bir yarar sağlamaz; meğerki, çıkardığınız derslerden biri “her şey zamanında” olsun ve bu sayede bugünkü hatalarınız ve onların bugünkü “mümkün çözüm”leri üzerinde, iş işten geçmeden düşünme olgunluğunu ve cesaretini gösterebilin... Çünkü bugünün “mümkün çözüm”ü yarın “mümkün çözüm” olmaktan çıkacaktır.
Aynı şey toplumlar, partiler, siyasetler için de geçerlidir.
Özellikle Kürt meselesi gibi yüz yıllık bir tarihi olan devâsa bir sorun söz konusuysa, somut duruma hiç bakmaksızın (ki biraz sonra ona da bakacağız) şu sonuca rahatlıkla varabilirsiniz: Süreç boyunca, belirli tarihsel anlarda “mümkün çözüm”ler ıskalandığı için bugüne gelinmiştir...
Çünkü, belirli bir tarihsel ânın “mümkün çözüm”ü sadece o an için geçerlidir... Momenti kaçırır da, zamanında meselenin çözümünde size dev bir imkân sunabilecek adımı çok geç atarsanız, onun fazla bir fayda sağlamadığını görürsünüz... Her şey zamanında...
Ben, 2009'daki ilk Kürt açılımından itibaren sık sık “şu anda hangi mümkün çözümü ıskalıyoruz” sorusunu soruyorum...
Bu çerçevede kaleme aldığım ilk yazıda, başlangıçtan 2009'a kadar geçen sürede ıskalanmış “mümkün çözüm”lerin daha sonra uygulandıklarında neden ve nasıl etkisiz kaldıklarını, Kürt sorununun en önemli vechesi olan “dil” üzerinden göstermeye çalışmıştım...
Bu yazıda önce o özeti hatırlatacak, ardından da “şu anda hangi mümkün çözümü ıskalıyoruz” sorusuna kendi cevabımı vermeye çalışacağım.
Şöyle yazmıştım 2009'da:
“Belma Akçura’nın, ilki 24 Eylül 1925 tarihini taşıyan ve günümüze kadar yüze yakın başka örneğini bildiğimiz 'Kürt raporları'nı derli toplu bir şekilde aktaran kitabını, Devletin Kürt Filmi’ni okuyorum... Bu kitap da gösteriyor ki, (...) hatalar 'geçmişte' kaldığında onlarla iyi kötü yüzleşirken, bu canlı sürecin ortaya çıkardığı yeni sorunlara gözlerimizi kapatıvermişiz.
“Belma Akçura, ilk Kürt raporumuz olan 27 maddelik 'Şark Islahat Planı'nın 'Kürtçenin yasaklanması' maddesinin 'Türkçesini' kitabında şöyle aktarıyor:
“'Söz konusu vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka bir dil kullananlar hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaklardır.'
“Sonraki yıllarda, biliyorsunuz, ilan edilmemiş bir özeleştiriyle insanların konuştuğu dilin yasaklanmasının saçmalığı kabul edildi ve yasak kendiliğinden ortadan kalktı. Sonra 12 Eylül geldi ve dil yasağı, bu kez generaller eliyle hem de Anayasa’ya girdi. 1982 Anayasası’nın 26. maddesinin 3. ve 4. fıkraları şöyleydi: 'Düşüncelerin açıklanmasında ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir kullanılamaz.'
“Malum, 'Bir ekmek istiyorum, fakat Türkçe diyorum' günleri...
“O da geride kaldı; aşağı yukarı 20 yıldır, bizzat Kenan Evren tarafından itiraf edilen 'Türkçe yasağı hataydı' dönemini yaşıyoruz...
(...)
“TRT Şeş neden umulan olumlu etkiyi yaratamadı? Çünkü olumlu etki yaratacağı zamanda değil, çok sonrasında geldi... Böyle çok sayıda örnek verilebilir.
“Aynı şey 'mümkün çözümler' için de geçerli... Bir dönemin 'mümkün çözüm'ü o tarihsel anda size imkânsız ya da 'sindirilemez' görünebilir ve siz o çözümü ıskalarsınız... Yıllar sonra razı olduğunuzda ise onun 'mümkün çözüm' olmaktan çıktığına şahit olursunuz. Fakat o tarihsel anda yine bir 'mümkün çözüm' vardır ve siz bu defa da onu içinize sindirememektesinizdir...”
Bugün, Kürt sorununun en önemli vechesi olan “dil” konusunda devletin, medyanın ve kamuoyunun bir kesiminin “içine sindiremediği” mümkün çözümün adı “anadilde eğitim...”
Apaçık, tartışmasız bir insan hakkı olan anadilde eğitim, Kürt sorununu çözme yolunda cumhuriyet tarihi boyunca en cesur adımları atmış bir yönetim tarafından bile “ülkeyi bölebilecek” bir adım olarak görülüyor.
Hiç şüpheniz olmasın: Bu türden çıkışlar Kürtlerin zihinlerinde ve kalplerinde derin yaralar açıyor ve bugünün “mümkün çözüm”ünü yıpratıyor.
Hiç şüpheniz olmasın: Nasıl ki bugün Kürtçe yasağını “hata” olarak kabul ediyoruz, yarın da anadilde eğitim yasağını hata olarak kabul edeceğiz... Fakat bugün Kürtlerin zihinlerini ve kalplerini kazanma yolunda dev bir adım anlamına gelecek anadilde eğitim serbestliği, yarın aynı etkiyi yapmayacak... Her şey zamanında...
Kürt sorununun bugünkü “mümkün çözüm”ünün başka bir önemli vechesi, Abdullah Öcalan'ın “meşru aktör”lüğünün içe sindirilmesidir.
Aslında bu her zaman böyleydi, fakat bugün her zamankinden çok böyledir.
Öcalan bugün devlet ve “devlet ne derse doğrudur”cu basın tarafından Kürt sorununun çözümünde bir “aktör” olarak kabul ediliyor... Fakat bunun “meşru” bir aktörlük olmadığını, “kerhen” kabul edilmiş bir sonuç olduğunu hepimiz biliyoruz... Tek başına o kibirli “Öcalan'ın kullanılması” tabirinin sık sık dillendirilmesi dahi bunu göstermeye yeter.
Buraya bile ne kadar zor geldiğimizi, “Öcalan hakikati”ni ne kadar zor kabul ettiğimizi hepimiz biliyoruz.
Bir örnek: 2009'da Kürt milletvekillerinin parlamentoyu terk etmeleri gündeme gelmiş, bu da siyasette büyük bir gerilime yol açmıştı... Ahmet Türk'ün, bu karardan neden vazgeçtiklerini açıkladığı basın toplantısında “Öcalan'ın arzusu”nun belirleyici bir rol oynadığını vurgulaması, karardan duyulan memnuniyetin önüne geçmişti.
Hiç unutmuyorum, o tarihte, TV Net’teki Habere Bakış’ta, Veyis Ateş gelişmeye çok sevindiğini fakat açıklamanın “Öcalan” bölümünün ağzında “kekremsi bir tat” bıraktığını söyleyince, programı birlikte sundukları Kürşat Bumin “ne yapalım, hakikat kekremsi” diye teselli etmişti onu...
Fakat biliyorsunuz, “Öcalan hakikati”nin kendini kabul ettirmesi ve böylece onun bir “aktör” olarak öne çıkması cezaevlerindeki açlık grevlerini sona erdirme iradesini bütün örgüte kabul ettirmesinden sonra mümkün olabilmişti.
Geç olmuştu ama, olmuştu...
“Aktör” Öcalan, doğrusu o tarihten bu yana çözümü gerçekten arzulayan samimi insanların tamamının kabul ettiği gibi son derece olumlu bir rol oynadı. Fakat o adım için onca süre boşa geçirilmeseydi, hiç kuşkusuz çok daha büyük bir rol oynayabilecekti...
Abdullah Öcalan uzun bir süredir mevcut koşullarla rolünü tam olarak oynamasının mümkün olmadığını, PKK, Kandil ve Avrupa'yla temasının sağlanamaması durumunda yapabileceklerini yapamayacağını anlatmaya çalışıyor.
Dicle Üniversitesi'nden, Âkil İnsanlar heyeti üyesi Vahap Coşkun Öcalan'ın bu çıkışını şöyle yorumluyor:
“Abdullah Öcalan, bu açıklaması ile iki şeyi ifade ediyor: Kendi koşullarının düzeltilmesini ve dış dünya ile daha rahat irtibat kurmayı, avukatlarıyla görüşmelerini düzenli bir şekilde yapmayı, basınla doğrudan irtibat kurabilmeyi istiyor. Böylelikle kendi fikirlerini kamuoyuna arada herhangi bir aracı olmadan doğrudan iletme şansına sahip olmak istiyor. Öcalan meşru bir siyasal aktör olduğunun tescil edilmesini istiyor. Hükümete söylediği de aslında şu: 'Bu süreci başlatan ve PKK’yi buna ikna eden benim, gerek Kürt sorununun çözümünde gerekse Suriye’de herhangi bir şekilde bu sorunu çözmek istiyorsan bunu ancak benimle çözebilirsin.' Öcalan, bunun tescil edilmesini istiyor.” (Taraf, 24 Ağustos 2013).
Gerçekten de, bu aşamada onun “meşru” rolü olmaksızın Kürt sorununun çözümünde ilerleme kaydedilemeyeceği apaçık bir hakikat olarak ortada duruyor. Bunun, aynı zamanda Öcalan'ın talebi olması sonucu değiştirmez...
Fakat bizim medyamız okurlarını “sevimsiz hakikat”lerden esirgemeyi seven bir medya olduğu için, barış sürecini destekleyen bölümü dahi bunu kabullenmeye bir türlü yanaşmıyor. Bu hakikatı mertçe kabul edecek yerde, enerjilerini Öcalan'ın sadece “kullanıldığı”nı tekrarlayıp okurlarının yüreklerini soğutmaya harcıyorlar.
Hükümete ve özellikle de Başbakan Erdoğan'a gelince... Bu gerçeği onlar da biliyor ama onları da “devlet kibri” engelliyor...
Bakın, hükümetin ve Erdoğan'ın “taban tepkisi”nden korktuklarından hiç söz etmedim, çünkü böyle bir şey yok! O taban, hükümetin Kürt sorununu çözme yolunda attığı hiçbir adımda cezalandırıcı bir tepki göstermedi: AK Parti'nin oyu hâlâ aynı yerde.
Vakit geçiyor, hükümet ipe un seriyor ve Öcalan'ın gerçek rolünü oynayabilmesi için atması gereken adımları atmıyor...
Hiç kuşkum yok, bir gün bu adımı da atacak ama o zaman da bugünün mümkün çözümü mümkün çözüm olmaktan çıkmış olacak.
Ne zaman mı? Nasıl mı? Mesela Öcalan'ın iradesini bütün örgüte bu ölçüde kesin bir biçimde kabul ettirdiği günler geride kaldığında, aynen böyle olacak.