Ergenekon davasında ilk derece mahkemesinin kararlarını açıklamasından hemen sonra başlayan “af” tartışması ilk bakışta epeyce tuhaf görünüyor; çünkü bu türden büyük davalarda tartışma her zaman cezaların belirli bir bölümünün çekilmesinden sonra başlar.
Nevzuhur af tartışmasını ilginç kılan bir başka özellik, Türkiye'yi benzer davaların görüldüğü Yunanistan, Arjantin, Şili vb. ülkelerle kıyasladığımızda ortaya çıkıyor: Gerçekten de, o ülkelerde bırakın kararın açıklanmasından hemen sonrasını, af talebi, kararlardan yıllar sonra bile bir toplumsal talep olarak öne sürülmüyor.
Bu farklılığın nedeni, darbe davalarının o ülkelerde Türkiye'dekine benzer derin kutuplaşmalar yaratmamış olmasında aranmalı diye düşünüyorum. Zaten, af tartışmasının “Türkiye, darbe davalarının yol açtığı gerilimi taşıyamaz” noktasından yürütülmesi de bunu gösteriyor.
Önceki yazıda, söz konusu kutuplaşmanın başka ülkelerde değil de Türkiye'de ortaya çıkmasını, Türkiye'de halkın bir bölümünün “darbe”ye dair problemli algısıyla izah etmeye çalışmıştım:
“Türkiye dışında, darbelerle hesaplaşmış ülkelerde yargılamalar karşısında güçlü itirazlar oluşmadı, çünkü o ülkelerin halkları ağırlıklı olarak darbeciliğin bir suç olduğuna inanıyorlardı ve dolayısıyla darbecilerin yargılanmasını memnuniyetle karşıladılar... Türkiye'de ise, 'şeriatçı iktidar'a karşı ordunun darbe yapmasının bir hak ve görev olduğuna inanan milyonlarca insan var...”
Fakat nedeni ne olursa olsun, darbe davalarının toplumu derin bir biçimde böldüğü çok açık ve zaten af tartışması da bu nedenle yaşanıyor...
Benim bu tartışmadaki kişisel pozisyonum şöyle: Karşı değilim, fakat umulan yararı sağlayamayacağını ya da çok sınırlı bir yarar sağlayacağını düşünüyorum.
Çünkü, bir siyasi affın siyasi barışa hizmet edebilmesi için, her şeyden önce cezalarını çekmekte olan kişilerin, mahkûmiyetlerine yol açan “suç”larla ilgili olarak, başlangıçtakinden farklı bir noktaya gelmiş olmaları ve bunu da topluma göstermiş olmaları gerekir. Oysa gerek Balyoz gerekse de Ergenekon davalarında gördük ki, darbeciliğin teşkilat yapıları, davalarla yara almış olsa bile, bu davalarda mahkûm olanların zihniyet yapılarında en küçük bir değişiklik bile olmamıştır.
Bu iddiamın parametrelerini gerek Balyoz gerekse Ergenekon davaları için ayrı ayrı dikkatinize sunacağım, fakat ondan önce Balyoz ve Ergenekon davalarından yargılananları kapsayacak “büyük af” tartışmasının yeni olmadığını kısa bir özetle size hatırlatmak istiyorum.
Balyoz ve Ergenekon davalarından yargılananların affedilmeleri ihtimalini, ilk kez Ahmet Altan, taa 2011 Nisan'ında, Başbakan Erdoğan'ın başkanlık hevesi ve ididasıyla bağlantılı olarak dile getirmişti:
“(...) Başkanlık referandumunda karşımıza, ‘PKK’ya af, Ergenekon’a af, bedelli askerlik, yeni anayasa, türbana kamusal özgürlük, Alevilere cemevi’ gibi toplumun bütün kesimlerinin ilgisini çekecek vaatleri içine doldurduğu bir torbayla çıkacak. Başkanlığı toplum ona verirse, o da karşılığında bunları topluma verecek. Fena taktik değil...”
Balyoz kararlarının açıklandığı, hükümetin de Kürt sorununda yeni çözüm sürecini ilan ettiği bu yılın başlarında, peşpeşe kaleme aldığım üç yazıda, Ahmet Altan'ın öne sürdüğü ihtimalin güçlendiğini savunmuş, gerekçesini de şöyle açıklamıştım:
“Böyle bir ülkede, 30 yıldır bütün siyasi iktidarlarca 'terörist' sayılmış birileri affedilirken, kendilerini '30 yıl boyunca teröre karşı mücadele etmiş' insanlar olarak sunan başka birilerinin cezaevinde tutulmaya devam edilmesi mümkün müdür?
“Böyle bir şey, halkın darbe heveslisi askerleri sosyal bir cürümün unsurları olarak göreceği 'normal' bir demokrasinin bile psikolojisini bozabilir... Kaldı ki burası, 'sivil toplum'un bir bölümünün askerlerin 'darbe hakkı'nı savunduğu bir ülke; varın gerisini siz düşünün.”
O yazılarda tartıştığım noktalardan biri de şuydu: Affedilenlerin, toplumsal cürüm sayılabilecek darbecilikle ilgili hiçbir özeleştiri yapmadan yeniden toplum içine ve siyasete dönmelerinin sakıncaları ne olacaktı?
Ya da: Böyle bir af doğru muydu?
O günlerde affı tartışan yazarlardan biri olan Mithat Sancar, böyle bir affın fayda sağlamayacağını, bir af ilan edilecekse, bunun, mesela Güney Afrika'da olduğu gibi “hakikat karşılığında af” olması gerektiğini savundu.
Sancar'ın önerisi, darbecilerin affında, meşru bir iktidarı seçim dışı, meşru olmayan yollardan devirme pratiklerinden vazgeçildiğini toplum önünde beyan etme, ya da hiç değilse bunu ikide bir telaffuz etmeme temeline dayanan bir af modelini imâ ediyordu.
Peki, bizim yaşamakta olduğumuz ne?
Önce Ergenekon, ardından da Balyoz örneklerinde gördük ki, böyle bir atmosferden kilometrelerce uzaktayız...
Doğu Perinçek, karar duruşmasında “iktidarı en geç bir yıl içinde yıkacağız” diye bağırdı...
Sorabilirsiniz: İktidarı yıkmaya çalışmak suç mu?
Elbette değil. Fakat bu soruya “elbette değil” cevabını vermeden önce yöntem olarak ne önerildiğine bakmamız, yöntemi sorgulamamız gerekir, öyle değil mi?
Perinçek o şekilde bağırırken, sizce iktidarın bildiğimiz yöntemlerle “el değiştirmesinden” mi söz ediyor?
Bir başka soru: Perinçek o şekilde bağırırken, sizce iktidarın yapıp ettikleriyle meşruiyetini kaybettiği için “yıkılmasından” mı söz ediyor, yoksa “kimliği” nedeniyle yıkılması gereğinden mi söz ediyor?
Bu sorulara cevap vermeden önce size anlatacağım ibretlik öyküyü dinleyin...
Öykümüz, 3 Kasım 2002 seçimlerinin gecesinde, Ulusal Kanal televizyonunda cereyan ediyor... O gece ben en çok Perinçek'in ne diyeceğini merak ettiğim için (çünkü seçimde en az yüzde 20 oy alacaklarını öne sürmüştü) sadece Ulusal Kanal'ı izlemiş, tuttuğum notları da iki gün sonra, Yeni Şafak'taki, Kürşat Bumin'le birlikte hazırladığımız Kronik Medya sayfasında okurlarla paylaşmıştım...
6 Kasım 2002 tarihli Kronik Medya'dan aktarıyorum:
“Ulusal Kanal, seçime birkaç hafta kaladan başlayarak Genel Başkan Doğu Perinçek'in ağzından 'İşçi Partisi'nin barajı geçtiğini, Millî Güvenlik Kurulu'nun yaptırdığı anketle de bunun kesin bir şekilde doğrulandığını' duyurmuştu izleyicilerine. O nedenle, seçimin ilk sonuçlarıyla birlikte, kanalda garip bir isteksizlik belirdi. Hatta saat 22.00 civarında alakasız klipler, eğitim programları falan görülmeye başladı ekranda. Bundan bir süre sonra da İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek çıktı sahneye. Format, Perinçek'in kendisine soru soran iki kişiyi cevaplandırması esasına dayandırılmıştı.
“Sorular, 'Biz size güvendik, İşçi Partisi geliyor neşriyatı yaptık, şimdi ne olacak, nasıl ayıklayacağız bu birincin taşını' mealindeydi. İlk soru şöyleydi: 'Siz seçimlerden önce AK Parti'nin de CHP'nin de iktidar olamayacağını söylemiştiniz, şimdi ortaya çıkan manzaraya ne diyorsunuz?'
“Perinçek, 'Olamayacaklar, hep birlikte göreceğiz' dedikten sonra, üç-beş aylık bir iktidarın mümkün olduğunu, ama 'Millî Kuvvetler'in kesinlikle onları devireceğini söyleyerek başladı cevabına. Perinçek, 'Seçim sonuçlarına saygı duyma, halkın iradesi' gibi itirazların geçersiz olduğunu söyleyerek şöyle devam etti: 'Milletler de gaflete düşer, yüzde 35 gaflete düşmüştür...'
Bu sözleri, o geceden “üç-beş” ay sonra nelerin olduğunu yıllar sonra öğrendiklerimizle birleştirerek hatırlamalıyız: 3 Kasım 2002'den “üç-beş ay” sonrası, tam olarak Birinci Ordu'daki Balyoz semineri günlerine (3-5 Mart 2003) denk geliyor!
Dikkat ediniz lütfen: Seçim gecesinden söz ediyoruz, ortada ne bir icraat var ne de başka bir şey! Sadece “kimlik” var ve bir parti lideri çıkıp, “gaflete düşen millet”in seçimini meşru saymadığını ilan ediyor!
Böyle bir zihniyetten söz ediyoruz.
İşte o zihniyet 11 yıl sonra jakobenizminden ve darbeciliğinden hiçbir şey kaybetmeden olduğu gibi karşımızda...
İçerdekiler böyle de, dışarıdaki izleyicileri farklı mı? Hayır. Onlar da, bir yandan “seçimlere daha şu kadar süre var, siz iktidarı daha önce yıkacağınızı söylüyorsunuz, bu nasıl olacak” diye sorulduğunda, “Biz Cumhuriyet'i seçimle mi kurduk?” diyorlar...
Bir yandan da Ulusal Kanal'da, hadi onların jargonuyla söyleyeyim, Doğu Perinçek'lerin, Veli Küçük'lerin, Muzaffer Tekin'lerin fotoğraflarının eşlik ettiği “Yiğitler yiğitler, bizim yiğitler” klipleri döndürüyorlar...
Ergenekoncu zihniyet, kendi mutlak haklılığından kalkarak siyasi rakiplerinin mutlak haksızlığına ulaşır ve bir daha da oradan ayrılmaz.
Ergenekoncu zihniyet, kendi mutlak haklılığını, geçerlilikleri asla tartışılamayacak birtakım soyut değerler üzerine kurar.
Bu değerler, aynı basit cümleleri, hatta aynı vurguları ve tonlamaları kullanan sözcüler tarafından durmaksızın tekrarlanarak izleyicilerin de kolayca istifade edebileceği dogmalar haline getirilir. (Ulusal Kanal'ı izleyin, her gün başka bir bedende reenkarne olmuş onlarca Doğu Perinçek göreceksiniz.)
Bu arada, bu değerlerin karşıtı olduğu söylenen birileri de yavaş yavaş siyasi rakip olmaktan çıkartılıp, kelimenin gerçek anlamıyla düşmanlaştırılır.
Hedef, insanlarda nefret uyandırarak, “düşmanımı kim alt ederse etsin, yöntemini sorgulamam” duygusunu yaratmaktır.
Bu, bir kez başarıldıktan sonra gerisi gelir... Artık, seçimlerin, halkın tercihlerinin hiçbir anlamı kalmaz... Onlar da “düşman”la işbirliği yapan hainlerdir... Ya akıllarını başlarına alırlar, ya da...
Balyoz davasında da aynı manzarayla karşılaşmadık mı?
Hadi, diyelim darbecilikle suçlanan askerlerin “biz üzerimize attığınız o somut darbecilik suçunu işlemedik” diye savunma yapmalarını ve bu arada her şeyi inkâr etmelerini anladık... Peki, bu kadar darbe görmüş bir ülkede, hiç değilse suçlanmadıkları eski darbelerle ilgili eleştirel bir şeyler söyleyen, yazan herhangi bir subaya rastlayan var mı?
Bu yılın başında kaleme aldığımı söylediğim “büyük af, büyük barış” yazılarında bu şekilde dert yanıp, böyle bir ülkede “büyük af”fın “büyük barış”ı sağlayamayacağını anlatıyordum ki... İlk iki yazının ardından tutuklu askerlerin ve onların ailelerinin dünyasını çok iyi bilen bir okurum beni telefonla aradı ve üçüncü yazıyı yazmadan önce bilmem gerektiğini düşündüğü bir bilgiyi paylaştı benimle.
Okurumun verdiği bilgiye göre, Balyoz davasından hüküm giymiş, bu davadaki masumiyetlerine inanan bazı subaylar, geçmişte askerlerin üzerlerine vazife olmayan işlere giriştiklerini, bunun da hiç kimseye yarar getirmediğini anlatan “bir tür özeleştiri kitapları” yazmaktaydılar.
Okuruma göre, önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak bu kitaplar, askerlerin en azından bir bölümünün “büyük barış”a hazır olduklarını gösteriyordu.
Umutlanmıştım doğrusu... Fakat henüz göremedik o kitapları...
Ezcümle: Aslında Türkiye, gerilmiş siyaseti ve cephelere bölünmüş toplumuyla, bir affın son derece olumlu sonuçlar doğurabileceği bir ülke... Fakat aftan faydalanması düşünülenlerin, halkın yarısını ya düşman ya da düşmanla işbirliği yapan hainler olarak gördüğü bir ülkeye, affın feriştahı gelse ne yazar?
Sonraki yazı: “Bilgiyle konuşmak isteyenler için İlker Başbuğ dosyası...”