Pasaklı bir kadındı.
Evini toplamaz, pek de temizlemezdi. "Mış" gibi yapma konusunda eline kimse su dökemeyeceğinden, temizliyor gibi yapar, çalkalayıverir, tıkıştırıverir, halının altına süpürüverirdi.
Evine giren hiçbir eşya bir daha dışarı çıkamazdı. Onları sevdiğinden ya da kullandığından değil, "Bir gün lazım olur"larla, "Ne olur ne olmaz"larla dolu kafası elini atmaz, atamaz hale getirirdi.
Kocası öldüğünde ilk işi onun kitaplarını atmak oldu. Evinden tek çöp dahi çıkaramazken, kocasının kitaplarını kapının önüne kılı kıpırdamadan koyuvermesi şaşırtmıştı beni. Apartman kapısının önünde Şevket Süreyya Aydemir, Hasan İzzettin Dinamo, Victor Hugo, La Rochefoucould ve Günaydın gazetesinin verdiği "Renkli Ansiklopedi"lerden bir yığın oluştuğunda muhtemelen kocası henüz mezara girmemişti. Ona bir gün lazım olmayacak tek şeyin kitaplar olduğuna kanaat getirmiş olmalıydı.
Çocukların bedenleri küçük olduğundan mıdır etraflarındaki nesnelerin, içinde bulundukları mekanların onlara kocaman gelmesi?.. Çocuk aklım onun evine hem girmek ister hem de içeride yitip gideceğinden, bir daha gün yüzü göremeyeceğinden korkardı. Dolaplardan, dolapların üzerinde yıllardır kullanılmayı bekleyen fırınlardan, yatak odasının tavanına yakın yerini almış kocaman kayalara benzeyen hurçlardan, eski bavullardan, bozuk elektrik süpürgelerinden ve daha nicelerinden ürkerdim.
Ya halılar?.. Öylesine değerliydiler ki üzerlerine basılmasından hiç hoşlanmazdı. O Bünyan, Isparta, Yağcıbedir halıları silkelenemez, üzerlerine kesinlikle elektrik süpürgesi değdirilemezdi. Uzun öğle sonralarında kendine bir halı seçer, üzerine oturur, onu elleriyle saatlerce temizlerdi. Halıları temizleme bahanesiyle okşamaktan hastalıkla bir zevk alır gibi görünüyordu.
Zaman zaman bir akrabası gücünü toplayıp evi temizlemeye koyulurdu. Temizlik birkaç gün, evin eski haline gelmesiyse daha kısa sürerdi. Dağınıklık, karmaşa ve kir evin ruhuna sinmişti.
Beklenmeyen bir misafir geldiğinde evin tüm oda ve dolap kapıları hızla kapanır, misafir alelacele "oturma odasına" alınırdı.
Ama salon farklıydı.
Salonun kapıları, Binbir Gece Masalları'nın girilmesi yasak odaları gibi hep kapalıydı. Ara sıra bir kaçak gibi içeri girer, müze gezercesine etrafıma bakınırdım. Üzerimdeki kocaman kristal avizenin, duvarlar üzerinde oynaşan ışıltılı yansımasını izler, "büfe"deki fincanların üzerindeki resimlere dalar giderdim. Üstü örtülü halı ve koltukları görebilmem ise ancak arife günü mümkün olurdu. Evin sahipleri törenleri pek sever, bayram namazı dönüşü komşu çocuklarının avizenin altında sıralanmasını ister, kristalin sahte ışıltısı altında günün ilk mendilli, bozuk paralı, kolonyalı bayramlaşma töreni eda edilirdi.
Aynı günün öğle saatlerinde ailemle ikinci kez bayramlaşmaya gittiğimde her şey daha farklı görünürdü gözüme. O nane likörleriyle dolu bardakları tutan tombul ve gamzeli kollarını bize doğru uzatır ve memelerinin arasından yayılan iç bayıltıcı ter ve parfüm karışımı kokuyu adeta bizi bir an önce evimize geri göndermek için bir silah gibi kullanırken, ben de salonu daha kaygısızca ve uzun uzun izleme fırsatı bulurdum.
Çocukluğumun ilk müzesi, -Türkȃn Hanım'ın salonu- bir dahaki bayrama kadar kapılarını kapardı.
Türkȃn Hanım öldüğünde, evinde bine yakın poşet bulduk. Poşetleri; bir kısmının içine küçük kumaş parçaları, düğmeler, iplikler, plastik kaplar, teller, patlamış ampuller, eski atletler, kırk yıllık etekler, kenarları sökük onlarca yastık kılıfı, altı yanmış tavalar, erimiş tencere kulpları, paslı çiviler, düzinelerce sararmış gazete, yüzlerce çay kaşığı, kırık tabaklar, yastık doldurmak için kullanılan kilolarca pamuk, bir ağlayan çocuk tablosu ve iki karton "Silahlı Kuvvetler" sigarası koyup attık. Kitaplarıyla birlikte göçüp giden kocanın askerlik günlerinden kalma ve yıllar boyu yatak odalarının duvarında asılı tören kılıcı ise nasıl olduysa ortadan kayboldu. Poşetleri atarken içlerine bakmayı unutmadık, bulduğumuz para mahallenin tüm çocuklarına dondurma yedirmeye yetti. Pamukların içinden çıkan altın yüzükse bulanın oldu.
Evler her geçen gün içlerinde biriktirdikleriyle biraz daha ağırlaşıyor, üzerinde durdukları dünyayı da ağırlaştırıyor. Baş edemediği yalnızlığına etrafındaki her boşluğu eşyayla doldurarak katlananlar, kayıplarının açtığı yaralara eşyayla pansuman yapanlar, sevildiğini hissettiği anların anılarını biriktirenler, zorlayıcı, düşman dış dünyayla arasına eşyadan barikat kuranlar...
Eşyalar evden eve, yaştan yaşa, ruhtan ruha taşınıyor, sonra bir yerlere tıkılıp unutuluyor. Evler ve ruhlar nasıl ağırlaştığını anlamıyor sadece daha çok yere ihtiyaç duyuyor, çözümümüzse hem evimizin hem içimizin balkonlarını "pimapen"le kapatıvermek oluyor. Kazandığımızı sandığımız yeni alanlar bizi kendimiz olmaktan biraz daha uzaklaştırırken, bize ait olmayan bu yerlerde kendimizi biriktirmeye devam ediyoruz.
Oysa ne güzeldir balkonlar... Ne dışındadırlar evlerin ne de tam içinde. Sokakla kurulan bağ, gökyüzüne en kestirme temastır onlar.
Biraz daha büyük bir mutfak uğruna içeri çekiliverir, etrafları çevrilerek anlamsız depolara dönüştürülüverirler acımazısca. Evin delikanlısının on yıl önceden kalma üç tekerlekli bisikletinin, kocanın yer bezine dönüştürülmüş eski atletlerinin, rengi atmış kullanılmayan perdelerin, çalışmayan küçük buzdolabının, bozuk elektrik süpürgesinin, eski sehpaların ve üzerindeki bakımsız çiçeklerin, bir daha kullanılmayacak terliklerin meskeni olurlar.
Kentler balkonları umursamazken, yazı izlerini sürermiş meğer.
Jean Genet'nin "Balkon"u esasında Bayan Irma'nın işlettiği bir genelevdir ama Balkon'un müşterilerine verdiği hizmet salt cinsel arzuların tatmini değildir. Müşteriler Balkon'da hayallerindeki imgelere, bürünmek istedikleri kişiliklere dönüşebilirler. Sıradan adam, bir yargıç, bir piskopos, bir general olabilir "Yansımalar Evi"nde. İçeride edinilen geçici erk cinsel hazza hizmet ederken, sokakta isyan başlar, evin içindeki ve dışındaki iktidar mücadelesinin sınırları belirsizleşir.
Hasan Ali Toptaş'sa "Balkon"unda "Bir kuşluk vakti balkonda oturuyorduk. Sen maviler giymiştin, omuzlarından dökülen saçların usul usul uçuşuyordu. Yüzüme bakıyordun ikide bir, derime sinen geldiğim yeri arıyordun, belki ellerimin nasıl el olduğunu, kirpiklerimin nereye doğru kıvrıldığını öğrenmek istiyordun" derken balkonun baktığı sokaktan geçen tankların bıraktığı izleri de anlatır. Onun "Balkon"u da Genet'nin "Balkon"u gibi sokakla ev arasında bir araftır.
Ömer Seyfettin'in "Balkon" u birbirine aşık iki gencin üvey kardeş olduklarını öğrenip kendilerini aşağı bırakmalarına tanıklık eder. Sezai Karakoç'un "Balkon"uysa Batılı bir metaforudur sanki. "Bana sormayın böyle nereye, koşa koşa gidiyorum, alnından öpmeye gidiyorum, evleri balkonsuz yapan mimarların" demektedir tabuta benzettiği kendi balkonuna.
"İnsan içine bir balkon yapmalı" der Haydar Ergülen...
Ruhumuzun ara ara çıkıp ferahlamaya ihtiyacı olmalı.