Bu hayattan kaçıp başka bir hayatta yaşama isteği hepimizin içinde var. Bazen kendi hayatımızı farklı yer ve zamanlarda yaşamak arzusu da duyabiliriz. Kendini aramak, ne istediğini, kim olduğunu bulmak, bir silkelensen aslında hangi hayatın içinde olmak istiyorsun, bunu tartmak. Bunlar her zaman insanların akıllarını karıştıran sorulardı. BBC'de "Ben Sansum; Geçmişte Yaşayan Adam" belgeselini izleyince aklıma Midnight in Paris filmi geldi. Filmdeki karakterimiz Gil, bugünün kendisini tatmin etmediğini ve dolayısıyla geçmişte kendine yeni bir hayat aradığını düşünüyordu. Aynı yıl hala 1946'ymış gibi yaşayan Ben Sansum gibi.
Lao Tzu'ya kulak verirsek "geçmişte yaşamak bunalım, gelecekte yaşamak endişedir" derdi, "huzur ancak bugünü yaşarsak bizi bulacaktır." Bugünü yaşayalım ama nerede?
Wim Wenders'in bir filmini seyrediyorum. İsmi "Alice Kentlerde". Filmi çok beğendiğim için film üzerine bir şeyler okumak istiyorum. Yıl 2001. Henüz bir araştırma yapmak için Google amcamıza soramadığımız yıllar. Evde beni doğuştan şanslı kılan kütüphaneme yöneliyorum. Charles Baudelaire'den "Paris Sıkıntısı" kitabına ulaşıyorum. Bir cümle zihnime çakılıyor. "Ben nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir." Çok sonra öğreniyorum benim gibi hisseden insanlar için Baudelaire'nin "şair ruhlular" dediğini. Evet işte bu, ben nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir. Aslında bir mutluluk ideali ile yola çıkmak değil ama huzurun hep olduğun yerde olmayabileceğini düşünmenin kaynağı ne olabilir diye düşünüyorum. Öyle ya bende bir şeyler ters ya da eksik olmalı. Ama değil işte, Baudelaire sadece beni anlatmamış, birçoğumuzu anlatmış. Zaman zaman bizi çevreleyen bu hayattan kaçıp kurtulma isteği her dönemde aynı duyguları işaret etmiyordu elbette. Bugün mutluluğun sanki sürekli senden 3 adım ötede olduğu yanılsaması yaratıyor kaçma isteğini. Ayrıca büyük şehirlerde çember daralıyor. Hayat dört bir yandan zorlaşıyor. Kaçıp gitmek, uzaklara, bir sahil kasabasına yerleşmek harika olmaz mı? Biraz bunu konuşalım isterim.
O gün bu gün ne zaman yolculuk denilse aklıma ilk Wim Wenders gelir. Yol filmlerini ve yolları hep çok sevdim. Bana gidebilme ihtimalini açan her yol umuda yolculuktur. TS Elliot'un dediği gibi ayrılışları ve bekleme salonlarını her zaman şiirsel buldum. Kaçmak başka mümkünlere ulaşmak, kaçmak bu hayatı saran sorunların bir bezelye tanesi kadar bile küçük görüneceği yeni mümkünlerin kıyılarına ulaşmak oldu. Yolculukların bu dönemde bu kadar idealize edilmesinin sebebi kuşkusuz mutluluğun peşinde koşulması. İmgeleminde mutluluk arketipi olarak ne varsa insan kendini onlara doğru atmak, hep gitmek istiyor. Kızgın kumlar, serin sular, yanan şömine. Ve asıl bu mutluluk kovalamacasının kendisi problemli. Nereye gidersen sen oradasın aslında, nereye gitsen kendini de götürürsün. Olduğu yerde huzursuz, olduğu yerde mutsuz olan uzaklaşmak, kaçmak, geride bırakmak ve mutluluğa sonunda kavuşmak ister ve böyle yapılan her yolculuk aynı zamanda bir içsel yolculuk olur. Kara Kitap'ta Galip, Rüya'yı ve Celal'i ararken kendini bulmuyor muydu? Aslında insanın zaferinin gitmekte değil var olmakta olduğunu söyleyen Botton haksız mıydı? Pascal'a kulak versek "insanın mutsuzluğunun tek nedeni, odasında sessizce oturmayı becerememesidir" derdi. Çare gitmek değil kalmak. Ama kaldığın yeri kaçmamak üzere inşa etmek.
23 Ekim Çarşamba akşamı saat 19.30'da Bomontiada'da bir etkinliğe davet edildim. Konu tam da bu. "Neden kaçmak istiyoruz?" Kendimi bildim bileli olduğum yerden başka bir yerde olabilme düşüncesi beni mutlu ederdi. Oysa Baudelaire'in kaçma isteği ile bindiği ve onu Hindistan'a götürecek olan gemiden daha Afrika'da inmeyi seçerek Paris'e geri dönmek istediğini unuttum mu? Şair şöyle yazmamış mıydı?
"Orada yıldızlar gördük
Ve dalgalar, kumlar gördük,
Ve onca krize ve umulmadık felakete rağmen,
Burada sıkıldığımız kadar sıkıldık"
Sahi, neden kaçıp gitmek isteriz?
Raymond Williams kaçıp gitme isteğini "18.yüzyıla kadar bir insanla özdeşlik kurma içgüdüsü kaynağını o insanla aynı toplumda yaşama biçiminden alırdı, bu tarihten itibaren seyyah olmaktan almaya başladı. Aynı tarihten itibaren, yalnızlık, sessizlik, toplumdan kopmuşluk, sıradan toplumun bencilce rahatlığına karşı doğanın ve toplumun taşıyıcısı oldu" diye anlatıyor "The Country and the City" kitabında.
Ressam Edward Hopper'ın Avrupa'ya yaptığı sanat gezilerinin uğrak yeri Paris'e yaptığı bir gezide Baudelaire'in şiirlerini öğreniyor ve bu seyyah olma duygusu Amerika'ya döndüğünde somutlaşıyor. Amerika'yı baştan başa dolaşıyor ve yolları, tren istasyonlarını, otelleri, benzincileri çiziyor. Bana sorarsanız Hopper nasıl Baudelaire'den etkilendiyse, Wenders'te Hopper'dan etkilenmiş olmalı.
Aydınlanma döneminde kaçış fikri bir adaya doğru somutlaşıyordu. Tahiti miti ressam Hodges'un resimlerine yansıyor ve bakir alanları keşfe çıkan beyaz adam her gittiği yeri kendi yerine benzetmek için bir adım daha atıyordu. Paul Gauguin, Tahiti'ye gittiğinde aydınlanmanın ada miti son yıllarını yaşıyordu. Uzaklara gitme isteği uzaklara sahip olma isteğiyle yer değiştirdiği sürece sadece yeni mutsuz ruhlar yaratır. Kaçıp gitmek istemişti ressam ama gittiği yer kaçtığı yerden farklı değildi artık. Zaten "bir yer aslında en saf haliyle sadece beklentilerde var olmaz mı?" Aslında çözüm gitmek değilse bile gitmek hep güzel. Yeter ki ruhumuza ilaç olabilecek yaşam alanları yaratabilelim. Dönüp geldik mi yine Proust'a;
"Önemli olan yeni yerler görebilmek değil, yeni gözlerle bakabilmektir."
Jean Des Esseintes, Joris Karl Huysmans'ın kurgu bir karakteridir. Kendi evinde kurduğu hayatın hayatın başka hiçbir yerinde daha ilgi çekici olmadığını düşünür. Dünyanın çeşitli yerlerinden çeşitli objeleri toplar. Gezilerini evinde yapar. Hayal gücünün dışarıda yaşayacağımız deneyimlerin alelade gerçekliğinden iyi olduğunu, hayal gücünün gerçek deneyimlerin yerini almaya yetip de artacağını düşünür.
Bugün farklı olmak için, sadece deneyim dediğimiz içi boşaltılmış kavram sıkıntımızın ve mutsuzluğumuzun önünde geçebilsin diye seyahat ediyor, kendimizi özel hissetmek için bizden başka binlerce insanla paylaştığımız otellerde sahil kenarında serpme köy kahvaltıları yapıyoruz. İşte o zamanlarda Jean'a hak vermemek mümkün değil. Bu duygu uzakların büyüsünü söndürüyor. Amacımız mutluluksa, mutluluğun anlık ve tesadüfi bir duygu olduğunu unutmuşa benziyoruz. Bu tür kaçışlar, kaçma isteğinin sebebini aramamıza engel oluyor. Bu kaçışların sonunda kendimizi bulabilmek şöyle dursun daha çok kaybedeceğimiz kesin. Böyle kaçışlar, yemekle beraber içilen kola gibi içimizi gereksiz yere şişiriyor. Anlam arayışımıza çare olmuyor. İnsanın kolunu kanadını kırıyor.
"Bugün Aslında Dündü" filmini anımsadınız mı? Peki siz de hiç aynı günü yaşadığınız hissine kapıldınız mı? Bazen, her gün tıpkı bu filmdeki gibi birbirinin aynı olur. Kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan köpek gibi aynı ufak daireyi çizer durursunuz. İnsanların aşkı bu derece idealize etmesinin aşkın bu kısırdöngüyü kıran güçlerden biri olmasına bağlıyorum. İşte benim için seyahat edebilmek aynı kapıya çıkıyor sanıyorum. Hep aynı olan döngüyü kırabilmek ve dünyaya yeniden çocuk gözüyle bakabilmek. Ne kadar çok daha önce olmadığım yerlerdeysem, günlerim o kadar anlam kazanıyor gibi. Bence insanın bu kısırdöngüden kurtulmasının en etkin yolu kendini bulması ve ruhunu doyurması. Viktor Frankl toplama kampına yollanmış bir psikoterapistti. "İnsanın Anlam Arayışı" kitabında bu hayat deneyimini hatta dersini anlatıyor hem de bir psikoterapist olarak yorumlaması okuyan içinde bir deneyim oluyordu. Kitabında Nietzsche'nin bilgelik içerdiğini düşündüğü şu cümlesine yer vermişti: "Yaşamak için nedeni olan bir kişi hemen her nasıla katlanabilir." Yeter ki ruhumuzu doyuracak sebepler bulup, kendimize zaman yaratalım çünkü ancak o zaman bugün hep yeni bir gün.
*Meraklısına not: Bahsi geçen etkinlik 23 Ekim 2019 Çarşamba günü saat 19:30'da Yapı Kredi Bomontiada'da, herkese açık ve ücretsiz. Konu çok uzun, konuyla ilgili örnek çok. İstanbul'da olan ve konuyla ilgilenen herkesi bekleriz.