Sevgili Aslı; demek o kadar oldun ha!
Daha dün gibi bahçede oynarken, piknik yaptığın arka bahçeye örtünü serişin. Üzerine balık krakerle, Uludağ gazozunu koymuştun. 1-B sınıfındayken arkadaşının aklına dahiyane bir küfür gelmişti. "Biz 1-B’deyiz", demişti sana, "ama -be demek çok ayıp. Söylesek çok komik olmaz mı?"
Ne kadar oldu ilkokul mezuniyetinde o beyaz etekle bluzü giyeli, beyaz, üstü minik pembe çiçekli... Ortaokulda bir Gülşen öğretmenin vardı. Sen derste konuştuğun için seni uyarmıştı. Sonra gelip özür diledi; "hayatımda hiç uyarımdan bu kadar incindiğini görmemiştim bir öğrencimin, kalpten özür dilerim". Sınavlardan önce telefon gelirdi sana, lütfen yanını bana ayır, bu dersten kesin geçmem lazım.
Lise 2’de bir Edebi-Metinler dersiydi. Yazdığın öyküyü tahtada okuduğunda "gelecekte yazar olacak bir arkadaşı dinlediniz" demişti canım öğretmenim sana. Cesaret, umut veren öğretmenler bin yaşasın. Üniversite döneminden aklımda Topağacı’nın yokuşları kalmış; gazete ve okul arası 5 dakika. İlk yazın yayımlandığında gazete kulübesinde dans ederek ağlamış, sonra da kendine bir Capri Sun meyve suyu ısmarlamıştın.
Of sonrası da ne güzeldi. İlk asistanlık yılların. Balat, Karaköy, Eminönü... Albayın tostunu yarım ekmek yediğin zamanki vicdan azabın hayatının en büyük derdi olsaydı keşke. Neredeyse her günün mutlu geçti o üniversite binasında. Bir semt bir yüzü aydınlatır mı? Seninkini aydınlattı. Ama her yer gül bahçesi değil ki. O zamanlar "philautia"nın ne olduğunu bilmiyordun. Oysa insan her zaman, önce kendini sevmelidir. Hayatı çirkinleştirenlerin kendini sevenler olduğunu sanırdın oysa kendini seven değil kendini merkeze koyanlardı onlar.
Ben biliyorum, ne o yardım etmeye çalışırken kazık yediğin iş arkadaşını unuttun, ne ayrılık konuşması yapmak için gittiğinde yüzüne kapanan patronunun odasını. Arabayla karşılaşıp sana elmanın yarısını veren arkadaşın seni bir daha hiç aramadı. Dönmeyenin yol uzun diye değil ama gönlü geçti diye dönmediğini anlamışındır. Erenköy tren istasyonunda "Sigaramın dumanına sarsam, saklasam seni" çalarken, kaldırımda hızlı adımlarla koyu renk taşlara basmama oyunu oynarken eve taşıdığın torbalarla yemek yapacaktın. Balkona çıktığında sıra sıra trenlere akşam kızıllığı vururdu. O gece "Lost" vardı, hatırladın mı? Çok düşkündün izlemeye. "Lost" menüsü hazırlardınız evde, her şeyin yerleştiği bir yap boz gibiydi o akşamlar. Frankfurt uçağında elinde bir sandviçi ısırdığın, Çiftehavuzlar ışıklarda kendi kendine konuşarak yürüdüğün, sandalyeden günlerce kalkmadan ders çalıştığın, bir Ayvalık çay bahçesinde telefonuna hikaye yazdığın, kitabının ilk bölümünü Diyarbakır uçağında bitirdiğin, o günleri hafızama kazımışım işte, seni hep uzaktan izlemiştim.
Ya kızın ile ilk tanışman... Seni sen yapan kızınla... "Dünyaların en misi, misler misisin sen canım annecim" demesi sana... "Seninle ben çok güçlü kadınlarız" dememiş miydi o minik boyuna bakmadan. O da büyüdü değil mi? Her gün söylediği çocuk şarkısında ufak bir gerçeklik payı olmadığını söyleyemezsin: "Masallara inan, hayatın renklenir. Süper bi’ kahraman, olursun kim bilir? Hep beraber başarabiliriz. İyiler kaybetmez asla."
Sonra bir gün, üniversitenin C-216 nolu sınıfının ışıkları söndü. Sahi kim söndürdü? Derse gidecektin, dersin vardı o gün ama her yer karanlıktı. Sınıfın kapısı kapalı. Sen karanlıktan korkarsın, bunu bilmiyorlar mı?
Bilmediler. Yılların ardındaki emeği, öğretmenle öğrencinin ayrılamayacağını bilemediler. Boş ver. Hayat o sınıfın dışındaydı zaten.
Hayat, daha geçen akşam yıllardır dost olduğun arkadaşınla bir restoranın en arka masasında paylaştığın pizza ve attığın kahkahalar değil mi zaten?
Hayat bir ukio-e anıydı çoğu zaman. Hokusai Kanawaga’nın Van Gogh’un "Yıldızlı Gece" resmine ilham veren dalgalarıydı hayat. Dalgalar hep dışarıdaydı, sen istemediğin sürece kalbin ve ruhun hiç dalgalanmayabilirdi. Kiraz ağaçlarını, yaprağın hışıltısını, arkadaşının kahkahalarını, eski bir resmi, sıcak kahveyi sevmekti hayat. Hayatın amacı gün batımlarını seyredebilmekti.
Hayat hiçbir mutluluğu hayatının en büyük dönüm noktası olarak kabul etmemek, hiçbir mutsuzluğu bir son olarak düşünmemekti. Kendini, başka herkesin ayakkabısının içinde hayal edebilmek, hayattaki her rolde olabileceğini düşünmek, boş sözleri verenlere inanmamak ama onlara hiç kızmamak, içten sevenlere çok sarılmaktı.
"Bu hüznü siz de bilirsiniz, anlat deseniz anlatamam, enine boyuna yaşarım ancak" dizeleri bir insanın acısının, kaybının yasının asla başkası söylediğinde geçmediğinin kanıtıydı. Anlatmak zordu, ama çeken biliyordu. Düştüğü yerden insanın kendi kalkmasıydı esas olan daha doğrusu kalkmak istemesi.
Artık akademinin yanına kocaman bir yer açtığını öğrendim. Uzundur haber alamadığım canım arkadaşım ne yapıyor diye bir sosyal medyaya girdim. Resmini gördüm. Gözlerin senin yerine konuşmuş fotoğrafında. Onlar hikâyenin tümünü anlatmış. Umarım bundan sonra kendini herkesi sevdiğinden çok seversin. Umarım hayatta düştüğün yerden kalkmayı öğrenmen başkalarının hikâyelerine ilham olur. Umarım inceldiğin yerden bir daha kopmazsın.
40 yaşını 1 geçe geride bıraktığın o kocaman kariyerin üstüne koyduğun yeni senle gurur duyma vaktin geldi artık. Dün doğum günündü. Kutlamak istedim ama en çok da sana sarılmak istedim. Yokuşu çıktın, bundan sonrası hep düzlük olsun. Artık hayatın hem mutlu hem mutsuz anlarını en açık kalple kucaklamayı öğrenmişindir. Senin için hayattan dilediğim, artık istemediğin şeyleri hiç yapmak zorunda kalmamandır. Küçük hayallerin aslında daha büyük olduğunu, ruhunun mutluluğunu yaşadığın anlarda ve sonra ardından anılarında yaşamanın dünyanın en keyifli işi olduğunu hep bil. Sağlıkla yaşa.
Pavese ne derdi: "Kaç yaşında olursan ol, uyuyunca geçecekmiş gibi gelecek ama kaç yaşında olursan ol uyuyunca geçmeyecek" ama sen Cordoba’da doğan Roma’da ölen Seneca’yı dinlersin, bilirim. "Başlayan her şey biter". Gündüz geceye döner, gece sabaha.
Hakikaten Aslı, sen o kadar oldun mu?