Salgın hastalıklarla ilgili izlediğim bir belgesel var. Hangi belgeseli izlesem dünyanın sonu bu sebeple gelecek yanılgısı içine düşüyorum bazen ama bu son izlediğim beni epey etkiledi. Dünyadaki salgın hastalıkların geçmişine baktığımızda da korkmak için epey sebep var gibi görünüyor. Evet haftaya yazı konumuz belli oldu, salgın hastalıklar. Çünkü bu hafta Kobe’yi yazacağım, aslında Kobe ve Kobe’nin ölümünün ardından çıkan haberleri.
Basketbolu futboldan daha çok severim. Spordan pek anlamayan ama her şeyden biraz anlamak isteyen biriyim ya, bu sebeple zaman zaman maç dünyasına bir giriş yapasım gelir. Kuralları en net, en zevkli spor bana hep basketbol gibi gelir. Ama say deseniz 5 basketbolcu sayamam. 3 tane sayabilirim ki biri Kobe’dir. Kobe’nin dünyasına dair bu kadar az şey bilen biri olarak onun ölümünün ardından kendisi ve ailesi hakkında çok fazla şey öğrendim. Gencecik insanların elim bir kazada kaybolan hayatlarına üzülmemek elde değildi.
Küçükken oyun salonlarında oynadığımız bir oyun vardı. Kızım dolayısıyla da hâlâ olduğunu biliyorum. Elinizde çekiç benzeri oyuncakla kafasını kaldıran kurbağaya vurursunuz. Başka bir yerden tekrar çıkar ve yine vurursunuz üstüne ve başka yerden tekrar çıkar. Oyunun amacı zaten bu pat diye ortaya çıkan kurbağaları kontrol altına almaktır ama nafile. Siz bir taneye vurursunuz, onlar beş tane olarak çıkarlar. Sosyal medyanın bilgi akışını biraz buna benzetiyorum. Akademik bir geçmişten geldiğim için öğrendiğim her bilgiyi bir zemine oturtmak ve inşayı bunun üzerine yapmak istiyorum. Sosyal medya ise özellikle uluslararası arenadan hiç bilmediğim bir dünya ile karşılaştırıyor beni ve bilgi akışı bir zemine oturtamayacağım kadar hızlı akıyor. Türkiye’nin gündemi çok yoğun malum. Yurt dışı gündemi içinde kaçırdıklarım çok oluyor. Örneğin geçenlerde izlediğim "In the Absence" isimli kısa filmde Güney Kore’de yakın zamanda yaşanan gemi faciasına tanıklık ettim. Bu haberi hiç okumamış olduğuma ise çok şaşırdım.
Kobe Bryant hakkında da benzer bir haber gördüm. Kendisinin bir cinsel saldırı ile suçlandığını, 2003 yılında dava edildiğini bilmiyordum. 41 yaşında ölen ve basketbol tarihine adını altın harflerle kazımış biri vardı karşımızda. Ölümün ardından duyduğumuz duygular birbirine benzerdi ancak Kobe’ninkinde bir farklılık vardı, öfke. Birçok insandan onun ölümüne üzülmediklerini çünkü onun cinsel bir saldırgan olduğunu okudum. Konunun bana yeni olması sebebiyle her gördüğüm yazıyı okumaya başladım. Bu noktada bir anda evde yıllar öncesinden kalan Woody Allen bez bebeğimi nereye koyacağımı bilemediğim geldi aklıma. Amerikan Güzeli filmini izletirken gelen eleştirileri hatırladım. Aylar önce yayınevine gittiğim gün editör arkadaşlar bir sohbetin içindeydi. Konu tam buydu aslında. Büyük işler başarmış, insanlığa faydalı olmuş, insanlar için kimi zaman umut olmuş kimi zaman düşünce dünyasında, sanat dünyasında çığır açan işlere imza atmış kişilerin hayatta işledikleri suçları, karıştıkları başkalarına zarar veren olayları düşündüğümüz zaman nerede durmalıyız? Caravaggio’dan Althusser’e, Picasso’ya uzanan bir liste bu. Nerede durmalıyız?
Nerede duracağımızla ilgili sorunun bir kısmının dönemle ilgili bir sorun olduğunu düşünüyorum. Her şeyin siyah ve beyaz olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Dediğiniz her şey size etiketliyor ve bir tarafa koyuyor. Parazit filmini çok beğendim ve bunu yazarsam Twitter’da bunun hakkındaki bir tartışmanın içine düşüyorum. Ya çok beğenerek filmin anlatı kodlarını anlamış biri oluyorum. Ya çok beğenerek filmin anlatı kodları olduğunu ve bunu sadece benim anladığımı söyleyen biri oluyorum. Ya filmi beğenmeyenlerin bu anlatı kodlarını anlamayanlar olduğunu söyleyen oluyorum. Ama cevap hiçbiri değil. Her gün bu filmin abartıldığını söyleyen bir kişiyi takip ediyorum. Çoğunlukla beğenilerimiz örtüşüyor ama bu filmde örtüşmüyor. Bu noktada hangimiz doğruyu söylemiş oluruz? Neden karşı karşıya geliriz? Aslında hata ne bizde ne de karşı tarafta bazen. Hata bu ikiliği besleyen medyayı kullanma biçimimizde. Gerçekler çok nadiren siyah ya da beyaz. Hayat nadiren siyahla beyaz. Kesin çizgiler, kalın çizgiler çizmek oldukça zor.
Konu cinsel saldırı olduğunda bu konuda yazı yazmak da zor. Bunu yaşamak zorunda kalan, dava boyunca belki de bu olayı her gün tekrar tekrar yaşayan kadının durumu da çok zor. Kadınlar bu durumla hayatta o kadar çok karşılaşıyorlar ki, o kadar çoğu bunu sineye çekmek zorunda kalıyor ki, mücadele edenlerin yaşadıkları o kadar zor ki, konu hakkında bunun dışında kalan bir şeyler söylemek zor. Davacı kadının boğazındaki morluklar geçse bile yaşadıklarının acısı geçmedi eminim. Davanın ardından Kobe Bryant karşı tarafın rızasının olmadığını anlayamadığı için özür dilemiş. Ve dava düşmüş. Onu affetmek değil ama affedip affetmediğimi kendim bilsem bile bunu kamuya açık şekilde duyurmak benim işim mi emin değilim.
Hikayenin bir de diğer yüzü var. Kobe Bryant’ın kızı da helikopter kazasında hayatını kaybetti. Henüz çocuktu ve onu bekleyen parlak bir hayat vardı. Babası kızının kariyerini desteklemiş ve onunla ilişkisi baba-kız ilişkisine model olmuştu. Kobe birçok siyah çocuk için model değil miydi zaten? Yaptığı işi olağanüstü yapmış olması, yardım amaçlı yaptığı çokça iş olması, iyi bir ebeveyn olması bunların tümünü silip atabilir mi? İkisini de yapmak mümkün değil bana kalırsa. Ne biri ne de diğeri yaşanmadı. Cevap basit değil, Kobe’nin ölümüne üzülen kişileri üzülmemeye ikna etmeye çalışmak ise fazla karmaşık. Söz konusu olan bir insan ve insanlar melek de cani de olmayabilir. Times’ta okuduğum bir cümleye çok katıldım sanıyorum. Paranın ve şöhretin suç işleyen insanların suçlarını ortaya çıkarmamak konusunda nasıl rol oynadığını öğrenmeye çalışabilir, cinsel saldırı konusunda mağdur odaklı bir yaklaşım göstererek bu suçların asla tekrarlanmaması için çalışabiliriz. Ama bunu 41 yaşında ölen bir adamın bu ölüm biçimini hak etmediğini düşünerek, onu sevenlerin nasıl yas tuttuğunu görüp buna saygı göstererek de yapabiliriz.