Faulkner’e soruyorlar; “Okurlar sizin metinlerinizi üç kere okusalar bile anlayamadıklarını söylüyor, onlara ne önerirsiniz? Faulkner hiç tereddüt etmeden cevap veriyor: Dört kere okusunlar!
Herhangi bir şey için, onunla ilgili çalışmadan, ter dökmeden onun kendiliğinden olmasını beklemek son derece “naylon” bir davranış. Naylon, yani kaygan ve kaypak… Naylon yani tahripkâr. Naylon, doğanın başına tebelleş olduğunda, denizlere, canlı yaşamına nasıl zarar veriyorsa naylon davranışlar da insana tebelleş olduğunda bütün topluma öyle zarar verir.
Bu fikir dallanıp budaklanıyor. Bir tarafta, çok çalışan bir azınlık. Gecesini gündüzüne katarak, “kurumsal hayat” denilen evrende kime, neye ve nasıl fayda sağladığını bilmeden sadece çalışanlar. Bir tarafta çalışmadan, üretmeden kolayca köşeyi dönmenin peşindekiler. İkisinin ortasında önemli olanın zamanı geçirmek değil, insanın kendi için, ruhu için, mutluluğu için, başkalarını kendi gibi düşündüğü için, başkaları için çaba harcaması duruyor.
Tanpınar’ın “Huzur” romanında, Mümtaz’ın tez zamanda bir hastabakıcı bulması gerekir. Ancak bulamayışını bir serzenişte fısıldar okura. “Şark oturup beklemenin yeridir, biraz sabrederseniz, bemehâl her şey ayağınıza gelir”. Peki, beklemek nedir? Neyi ve niye bekleriz? Olmayacak bir şeyi beklemek midir bizi sıkıntıya sokan veyahut asla beklememeyi seçmek mi?
Caspar David Friedrich’in “Sisler Önünde Bir Gezgin” resmi, Alman romantizminin doruğu sayılabilir. Sisli bir havada, kayalıkların üstünde sırtı dönük birinin tasvir edildiği tablo, geleceği düşünen ama önünü sis perdesinden göremeyen birinin hikâyesi. Belki bugün önünü göremeyen bizlerin hikâyesi…
Bu resim aynı zamanda kime ilham olmuştu biliyor musunuz? Samuel Beckett’a. “Godot’u Beklerken” eserini yazarken.
Beklemek de zamanı iyi kullanmaya ait olabilir. Asıl önemli olan kimi, neyi, neden beklediğimizi bilmek, hayatımıza bir anlam katmak, Nietsche’nin dediği gibi “ancak bir nedeni olan nasıla katlanır”.
Bir de naylon olanlar var. Üretmeyen, bolca tüketen, topluma bulaştığında kolayca kazıyıp temizleyemedikleriniz. Her yolsuzluk, rüşvet haberi okuduğunda, ümitle bir gün belki benim de başıma gelir diye iç geçirenler. Gerçekleri halının altına süpüren, hayatı bir Michael Haneke filmi gibi aslında olanın asla konuşulmadığı bir yokluğa dönüştürenler. Kader kurbanları, ezerek ezilenler, her daim mağdur olanlar. Örneğin Müslüm filmi de, acıyı seven, hep yenilmeye mahkûm olan, kader kurbanı toplumun üyelerinin bir kez daha hatayı kendilerinde değil, sevdiklerinde hiç değil ama başkalarında aramanın yolunu bulduğu örnekler sunmuyor muydu? Müslüm dövüyor, ama sorun bir neden?.. Müslüm içiyor, ama sorun bir neden?.. Müslüm içince kendini tanıyamıyor, olanları hatırlayamıyor. Çünkü Müslüm yanlış yapmaz. Odadaki kocaman filin, delikanlılığa karşı verdiği müthiş mücadele. Onun delikanlılığı yanlışı kaldırmaz, onun delikanlılığı şiddet içermez. Yapıyorsa bir sebebi vardır. Anlamakla, meşrulaştırmak arasındaki farkı kavrayamıyoruz besbelli. Bir adamı çektiği acılar hoyrat, kaba, şiddete eğilimli hale getirdiyse bu anlaşılabilir ama kendisi bu sebeple şiddet uyguluyorsa bunu meşrulaştıramayız. Çok basit. Filmin sonuna kadar Müslüm Gürses’in, Muhterem Nur’a el kaldırdığını hiç görmeyeceğiz sandım. Film yapabilse Allah’ın bildiğini kuldan saklayacaktı.
Bir de bilse bile ne yapacağını bilmeyenler var. Onlar naylon değil ama belki naylonumsu, naylonumtrak. Her üzüldüğünde sosyal medyaya sarılan post-truth dönemi insanları. Ne de olsa televizyonda gördüklerimiz televizyon kapanana kadar, twitter’da tt olan o haber, biz İnstagram’a geçiş yapana kadar gerçek. Bir tweet’i beğenmenin sosyal sorumluluk yerine geçtiği bu tuhaf dönemin naylonumsu davranışları. Elbette sonuçlarına katlanmak zorunda olmanın getirdiği bir korku ve korkunun ataleti yok değil, bunu nasıl yadsırım? Sözüm, hayatın herhangi bir anını başka birisi için güzelleştirebilmenin türlü yolundan sadece birini bile bulamayanlara.
Her fotoğrafın bir “punctum”u vardır diyor Barthes. Yani fotoğrafın içinde senin kalbine dokunan kısmı, sende açtığı yarası… Punctum, Latince iz demek. Bu fotoğrafa bakınca düşen kadından çok düşene bakarken bir an için gülümseyememekten korkan en alt orta kısımdaki kadını görüyorum ben. O kadın fotoğrafın izi, bende bıraktığı yarası. O bugünün insanı. Kendini suçluyor ya insanlar, gidişe dur diyemiyoruz diye. Ama biz ortak yaşamayı, paylaşmayı, başkasını ben gibi bilmeyi bilmiyoruz. Postmodernizmin getirdiği yeni kurallar aslında her şeyi ve herkesi bir oyuna çevirdi, gerçekliğini kaldırdı ya hani. Her şeye bizi eğlendirecek gösteri olarak bakma ve ardından gelen kayıtsızlık, her anı bir Instagram karesi gibi yaşama arzusu ve bunu bozan her şeye tahammülsüzlük. Ve bakın neredeyiz? Kadın çoktan düştü, soldier down… Ve bundan sonra belli ki yerden kaldıranı da olmayacak.
Gelelim biz hayatımıza anlam katmaya, üretmeye daha çok katılmaya ve tüketim deliliğine dur demenin yolunu bulmaya, plastikleri ve naylonları hayatımızdan temizlemeye… Viktor Frankl’i okumayanınız var mıdır? Varoluşçu psikoterapinin kurucularından sayılan Frankl, kendi toplama kampı tecrübesini, tesadüfen kurtuluşunu, kamptaki acımasız hayatı anlatırken hayata tutunmak için insanın aynı hayat içinde bir anlam bulması gerektiğini söyler.
Bana kalırsa amacımız, kendi hayatımız için anlam bulurken başka hayatları anlamsız bulmamak olmalı.
Bir hikâye daha anlatıp bitireceğim izninizle…
Geçenlerde, içinde yolcusu olduğum minibüs durdu, camını açtı ve daracık sokakta kendini kolayca duyurabileceğinden emin, marketin çırağına seslendi. “Bana bir yumurtalı sarsana”. Arkada bir konvoy oldu, kornalar çalıyor, ilerleyemedikçe içimden sorumlunun ben olmadığım geçiyor ama aynı zamanda yumurtalı ekmek isteyen şoförü savunmak istiyorum. Sandviç teslim edildi, şoför beğenmedi, “şunu bir değiştir can, ekmeğin ortasını severim”. Baget ekmek kesiliyor solda. Kenarları atılıyor, biz bekliyoruz, arkada konvoy olanlar bekliyor.
Rilke “Acele etmemek gerekir, mana ve tat toplamalı, bütün ve mümkünse uzun bir hayat boyunca ve sonra, en sonunda belki iyi olan on satır yazılabilir” derdi. Mana ve tat toplamak için sokağa bakıyorum. Bir kedi, yıkık dökük iki apartman, sabah ışıklarıyla sönmüş 5 neon tabela, elektrik direklerine yapıştırılıp sökülmüş posterler. İçimden Rilke’ye diyorum ki; mana belki ama tat zor bu ara sokakta.
İlerliyoruz ama öndeki şoför bu sefer kıraathanenin önünde durdu. Çay ve su lazım sandviçe, tahmin etmiştim. Yine bekliyoruz, şoförün gerginlik yönetimine hayran kalıyorum. Bir şey olmamış gibi davranıyor, zira olmadı. Acaba hangi noktada benim toplantıya yetişebilmem şoförün yumurtalı sandviçinden daha önemli olmalı? Tüm bunları düşünürken bir sonraki vapura yetişiyorum.
Sahi bu olanlar, niye oldular diye düşünürken bir kadın vapur gişesine sesleniyor. “5 dakika bekletir misiniz vapuru, bir arkadaş yolda”.
Ve metro çıkışında bir çocuk bağırıyor: “Laylooon, laylooon”. Naylona “laylon” diyen çocuk aklıma Molly Malone ‘un şarkısını getiriyor: “Alive o, alive o”…
Bugün o şarkıyı dinleyip hayatımızdaki manâ ve tatları düşünelim mi?