Korkularımız bir kar topu gibidir. Herkes bu büyük kar topuna kendi bir parça ekler. Sonunda en korktuğumuz kocaman dev kar topu ile karşılaştığımızda onun yaratılmasında bizim de bir katkımız olduğunu biliriz ama kuşkusuz ki bizim tek başımıza yaratabileceğimizden çok daha heybetlidir.
Çok şeyden korkan bir çocuktum. Karanlıktan, yatağın altında beni bekleyenlerden, kedilerden, soyut kavramların birçoğundan korkardım. Evdeki kimi eşyaların canlı olduğunu düşünürdüm. Bazıları dostumdu. Bazılarıysa düşman. Açıkçası düşman sandıklarımdan da hiç zarar görmedim. Freud haklıysa bu korkularım bugün bana farklı şekillerde musallat oluyordur.
Bir bayram akşamı, teyzemlerin salondaki yemek masasında yemek yenirken, arka odada televizyonda ailesini balta ile doğrayan adamın belgeselini izlediğimi hatırlıyorum. Bu belgeselle ilgili hatırladıklarımın hangisi doğru ya da en ufak bir kısmı doğru mu bilmiyorum. Tek bildiğim Amerikalı orta sınıf bir aileyi izlediğimi sandığım. Merdivenli bir evde oturdukları. Ve adamın karısını ve çocuklarını öldürdükten sonra kendini de öldürdüğü. İzlediğim bir diziydi belki de. Ama ben her nasılsa final bölümüne denk gelmiş olmalıyım çünkü en sonunda ailenin evinin nerede olduğu, ailenin geri kalan üyelerinin şu an ne yaptığı ile ilgili bilgiler verildi. Ah işte onları vermeyecektiniz. O son bilgiyi paylaşmayacaktınız diye yıllarca hayıflandım. Çünkü o zaman korku kapımın eşiğinden içeri girdi.
Henry James, türünün ilk örneklerinden olan Wilkie Collins'in "Beyazlı Kadın" romanı için; "Collins, gizemlerin en gizemlisini, kapımızın eşiğindeki muammayı romana getirdi" der. Romanda korku gizemli şatolardan orta sınıf evlerine girmiştir. Ve her nasılsa o izlediğim belgeselle de bizim eve kadar gelmiştir işte.
Canavarlardan korkan bir çocuğa canavarların olmadığını söyleyebiliriz. Ama kendisini ve ailesini bir nedenle öldürmüş olan insanlardan korktuğumu söylediğimde kim ne diyebilir.
İzlediklerimin ardından gecelerce uyuyamamıştım. Anneanneme adamın öldüğünü ve ailesini de öldürdüğünü söylediğimde bana "ölülerden niçin korkuyorsun, bize zarar verebilecek olan dirilerdir yavrum" dediğini de hatırlarım. Ah yarama tuz basmayın!..
Edward Munch'ün karakterlerini önemserim. Onların çoğu hayatın yaşayan ölüleridir. Neden ve nasıl yaşadığını bilmeden, kaygı duyarak, acı çekerek yaşayan iskelet yüzlü insanlardır. 1892 yılında bir akşam Karl Johan caddesinde üzerimize doğru yürürler. Ya da Goya'nın "Pinturas Negras" "Karanlık Dönem"ine ait 14 resimden biri olan ve sonradan isimlendirilen "Çorba İçen 2 Yaşlı Adam" tablosunu düşünürüm. Goya'nın karanlık dönemi bir düzineden fazla resmi kendi evinin duvarlarına çizdiği dönemdir. Bu resimlerde insanın hayatta karşılaştığı her tür kötülük ve zorluk kol gezer. Savaşı görmüş, savaşın vahşetini görmüş Goya giderek sağır olmakta, delirmekte ve ruhunun tüm karanlık taraflarını duvarlarına aktarmaktadır. Sağırın villası –o eve böyle denir- görülmemiş bir sanat şölenine ev sahipliği yapar. Goya gündelik hayatın ne kadar hoyrat olabileceğini, yoksul insanları, onların acımasız hayatlarını ve yalnızlıklarını çizer. O denli büyüktür ki eserleri, anlamları yüzyılları aşabilir.
Çorba içen iki yaşlı adamı gördüğümde de aslında korkunun ne kadar içimizde olduğunu anlarım. Hayat sıradan insanlar için o dönemde de çok zordu. Şimdi de çok zor. Bilge anneannem bir kez daha haklı çıktı işte. İnsanın insana yaptığından korkmalı bu hayatta, hayaletler de nedir?
1782 yılında Henry Fuseli'nin "Karabasan" resmi Royal Academy'de sergilendiği andan itibaren korkunun sembolü olmuştu. Defalarca yeniden çizildi, karikatürleri, gravürleri yapıldı. Ve her seferinde eser bu yeniden yaratımlarla daha da büyüdü. Karabasan resminden çokça etkilenenler arasında kimler yoktu ki? William Blake'ten Mary Shelley'e uzanır liste. Ama daha Mary Shelley'ye gelmedik. Hepsi sırayla.
Mary Wollstonecraft Godwin Shelley 18 yaşında Frankenstein'ı yazmaya başlamıştı. Adı da romanı gibiydi. Ceset parçalarından yaşayan bir adam yaratan Frankenstein belki de bu parçalardan bir bütün yapma fikrini buradan alıyordu. Feminist annesinden gelen Wollstonecraft soyadı, ateist babasından gelen Godwin soyadı ve nihayet kocası şair Percy Shelley'nin soyadı. İşte toplama parçalarla bir insan yaratılmıştı. Özel bir aileye sahip özel bir çocuktu Mary. 15 yaşında hamile kaldı ve Shelley ile evlendi. Lord Byron'ın İsviçre'de gölün kenarındaki evi Villa Diodati'ye davet edildiklerinde 18'inde ancak vardı. O yaz çok yağmurlu geçiyordu. Fırtına, şimşek yağmura eşlik ediyordu. Geçirilen yağmurlu bir yaz gününün ardından Lord Byron evindeki misafirlerine hayaletlerle ilgili hikayeler yazmalarını ve birbirlerine anlatmalarını istemişti. 3 adam odada yaşamın ilkelerini tartışıyordu: Lord Byron, Percy Shelley ve Lord Byron'un doktoru William Polidori. Oysa o genç yaşına ragmen 2 kere doğum yapmış ve ilk çocuğunu 12 günlükken toprağa vermiş Mary yaşamın ilkelerini çoktan biliyordu. Mary düzenli günlük tutardı. Doğan çocuğuna isim vermediğini ve günlüğüne doğumun ardından. "Yürü, oku ve bebeği besle" diye hatırlatmalar yazdığını biliyoruz. 12'nci günde kalemi "Bebeği ölü buldum" diye yazmıştı. Kim bilir belki Dr. Frankenstein'in yarattığı yeni yaratığın ismi olmamasının sebebi budur.
Frankenstein hikayesinin tohumlarını Mary Shelley o gece attı. Romanı 18 ayda bitirdi. Romanın yayınlanmasının üzerinden 5 sene geçmeden üvey kız kardeşi intihar edecek, kocası boğularak ölecekti. İnsana ait hikayeler her daim karanlık ve korku doluydu.
Eser o dönem olağanüstü bir ilgiyle karşılandı. İstenmeyen, kopmuş, işe yaramaz, ölü parçalardan toplananlarla bir bütün oluşturabiliyor olması fikri burjuvayı rahatsız etmişti. Yoksullar ayağa kalktığında, istenmeyenler, yaşayan ölüler birleştiğinde çok güçlü olabilirdi.
Birlik olan insanlardan hala korkuyoruz. Ben kendi adıma bazı korkularımı yendim, bazıları hala benimle beraber. Benimle beraber olanlar ise çoğunlukla hayata ilişkin olanlar. Bir ailenin kendi canlarını alacak sebepleri yaratan dünyadan korkuyorum. Bir grup olunduğunda çıkan sesin daha güçlü olmasından duyulan rahatsızlıktan ve bunun karşısında yer alan güçten de korkuyorum.
Asla hayaletlerden değil ama kendi kudreti uğruna çocuğunu yemekten kaçınmayan Satürnlerden, başkasının hayatını hiçe sayanlardan korkuyorum.
Ve keşke sadece yatağın altındaki canavarlardan korkan biri olarak kalsaydım diyorum.