Bayramda İstanbul. Hep hayal ettiğim ve olabildiğince gerçek yapmaya çalıştığım eşsiz bir deneyim.
Eskiden en çok, klasik mezarlık ve aile ziyaretlerinin dışında yaşlı dostlarımızı ziyaret ederdik. Ama artık çoğu çekip gitti: Ne Lütfi Hoca ve Şükran Hanım var, ne Memduh Ün. Ne Ayşe Şasa ve Bülent Oran... Leyla Umar gitti, Adalet Ağaoğlu ziyaret kabul etmez oldu. Akrabalar ise çokluk uzak tatillerde...
Biz de en azından ilk gün yine bir eski sevgiliyi, tarihi İstanbul’u şöyle bir karışladık. Ve gerçekten yazmaya değer birkaç izlenim çıktı. Onları aktarmaya çalışacağım.
Önce tarihi Sirkeci Garı’nın otoparkına park edip geçerken, baktık o kendi haline bırakılmış güzelim eski istasyon binasının içinden saz sesleri geliyor... Bir avuç sanatçı oturmuş, fasıl geçiyorlar. Girmek istedik, ‘özel bir olay’ diye bırakmadılar. Ama bizi tanıyan iki eski tercüman-rehber geldi ve sohbet ettik.
Biraz sonra gelecek bir turist grubunu bekliyorlarmış, sanatçılar ise onlar için çalacak olup prova yapıyorlarmış. Grup aslında ünlü ve efsanevi Şark Ekspresi- Orient Express ile gelecekmiş. Ama Sirkeci- Halkalı arası tren yolu bir türlü bitirilemediğinden, tren onları ancak Halkalı’da bırakacakmış, oradan otobüsle taşınacaklarmış.
İçim sızladı. O efsanevi Orient Express’i hatırladım. İlk seferini 1883'te yapan tarihi tren, Viyana’dan kalkıp İstanbul’a geliyor ve kabaca 100 kadar, demek ki sayıca az, ama Avrupa’nın kaymak tabakasını oluşturan turistleri buraya taşıyordu. Rehberlik hayatımda birkaç kez onları burada görkemli biçimde karşılamıştık: Osmanlı giysileri içinde görevliler ve özel müzisyenlerle... Bir kez Edirne’ye gidip trene bindiğimi ve bir kereliğine karşılananlar arasında yer aldığımı da hatırlarım.
Ayrıca sinemaseverler bu trende geçen kimi filmleri, özellikle Agatha Christie’den uyarlanan 1974 yapımı ve çok zengin kadrolu filmi de bilirler.
Sonra seferler azaldı. Uçak yolculuğuna ve hızlı tren hatlarına yenik düşen tarihi tren, 1977'de İstanbul seferlerinden vazgeçti. 2007'ye gelindiğinde Paris ile Viyana arasında bir hatta indirgenmişti. Bu hat da Strasbourg -Viyana olarak kısaltıldı., 1982'de kurulan başka bir şirket, bu isimle özdeşleşen lüks tren yolcuklarını yeniden başlattı. Yılda bir kez gelen trenlerle ve "yeni Orient Express" adıyla tatlı bir nostaljiyi geçmişten günümüze taşıyarak....
Ama artık o da yok. Çünkü tren artık Sirkeci’ye dek gelemiyor. Tıpkı Haydarpaşa’ya gelemediği gibi...Dünyanın yatırımını yapmakla övünen bir iktidar, İstanbul’u trenle de gelinebilecek bir kent olmaktan çıkardı.
Ve kırk yılda bir ünlü Şark Ekspresi ile geldiğinde, artık otobüsle taşınıyor. Yani tam anlamıyla taşıma suyla değirmen misali... Ne de olsa, tren hattı döşemede beton yok!... Onları ilgilendirmiyor.
Rehber arkadaşlar bize benzer biçimde kruvaziyer turizminin de öldüğünü hatırlattılar. Çünkü Salıpazarı’ndaki gemi karşılama olanakları GalataPort projesi nedeniyle tümüyle yok oldu. Karaköy’de ise o tarihi Yolcu Salonu’nu bile yıktılar.
Ve yerlerine hiçbir şey yapılmadı. Turist gemiden nasıl inecek, nereye ayak basacak? Ve bu en azından 2020 yılına dek böyleymiş. Gelin de ancak uçakla gelinebilecek bir sahil kenti için turizmden ve turistik merkez olmaktan söz edin bakalım...
Eminönü ve Sirkeci’de hoş bir gezi yaptık, açık olan tezgâhlardan ucuz şeyler aldık. Ve ver elini Edirnekapı. Kaç zamandır özlediğim Kariye Müzesi...Bizans mozaik sanatının dünya çapındaki dorukları. Ve inanılmaz bir kalabalık eşliğinde, o resim sanatına yaklaşan taş işçiliği ve bin bir inceliği yeniden gözlemlemek...
Vaktiyle bu tarihi semti onarıp ayağa kaldıran Çelik Gülersoy’u bol bol anarken, yanı başındaki Kariye Otel’de yemek yedik. O modern efsane Asitane Lokantası’nda...
1991’de açılan ve eski Osmanlı saray mutfağını yeniden hayata döndürme misyonunu büyük başarıyla yerine getiren bu sakin ve huzurlu mekânda yine çok mutlu olduk. Her yemeğin eski saray defterlerine göre ilk yapılış tarihini de içeren zengin mönüden ben önce Gerdaniye yedim: ‘Sebze ve baharatlarla lezzetlendirilmiş beyinli kuzu gerdani sarması’. Yani bir tür leziz ‘pate’.
Ana yemeğim Kavun Dolması (1539) idi. Yani ‘dana ve kuzu eti, pirinç, baharatlar, badem, dolmalık fıstık ve kuşüzümü ile doldurulmuş fırında kavun’. Hepsi eski reçetelerden derlenmiş özel şuruplar eşliğinde. Bir şölen...
Eşim ise ana yemeğini Mutancana olarak seçti (o da 1539 defterinden). Yani ‘kayısı, Rezaki üzümü ve bademle kısık ateşte pişirilmiş kuzu yahnisi’. Ayrı bir lezzet....
Sonra biraz daha dolandık. Eski Bakırcılar Çarşısı, oradan arabayla Mercan yokuşu ve Haliç’e iniş. Ve eve dönüş.
Gezide dikkat çeken bir şey de birçok yerin onarım nedeniyle kapalı oluşuydu. Daha yol üzerinde süregelen Nusretiye camii, Rüstem Paşa camii, Mısır Çarşısı, Şehzade Camii onarımları. Sonra Kariye’nin ana kubbe mekanının hala süregelen restorasyonu. Bulgar Kilisesi’nden Bizans surlarına, çeşmelerden türbelere ağır-aksak giden onarımlar. Ki ayni şeyler bu kez gitmemiş olsak da, Topkapı Sarayı’nda da sürüyor, biliyorum
Ne zaman bitecek tüm bunlar ve ne zaman turizmin hizmetine açılacak? Merak etmeye değmez mi?
Bu yazının ana mesajı, ne kadar zengin bir geçmişin içinden süzülüp geldiğimiz ve ne denli harika bir kentte yaşadığımızdır. Ah, bir de kıymetlerini bilsek!...