Kimi zaman merakla beklenen filmler o denli iyi çıkmıyor… Berlin 2015 de bu kuralı bozmadı. Örneğin yarışmadaki Werner Herzog filmi Queen of the Desert- Çöl Kıraliçesi, Nicole Kidman, James Franco, Roger Pattinson’dan oluşan görkemli kadrosuna karşın beğenilmedi (ben göremedim).
Görebildiklerimden, sanırım ilk kez Altın Ayı yarışına katıldığı için merakla beklenen Guatemala filmi İxcanul- Volkan, içerdiği büyük antropolojik ve kültürel özgünlüğe ve şok etkisi yapacak kadar farklı ve ilkel yaşam biçimlerine karşın, büyük bir film değildi. Belki daha ilerde..Ama Berlin caddelerinde boy gösteren, otantik ulusal giysileri içindeki her yaştan Guetamalı görmek gayet hoştu.
Fransa adına yarışan ve deneyimli Benoit Jacquot’nun imzasını taşıyan Bir Oda Hizmetçisinin Günlüğü de hiç onay almayan filmlerden biri oldu. 1900 yılının Fransa’sında, gözde bir meslek olan oda hizmetçiliğinde yükselmeye kararlı ve alımlı bir kadının öyküsünü anlatan tanınmış Octave Mirbeau romanı, daha önce de Jean Renoir ve Luis Bunuel gibi iki sinema dehası tarafından filme alınmıştı. Aslında dönemi üzerine inandırıcı bir atmosfer sağlayan ve iyi oynanan filmin temel kabahati, elbette bu iki ustadan sonra ayni hikayeye el atmaktı. Nitekim eleştirmenler bu ‘saygısızlığı’ affetmediler ve filmi hak etmediği kadar hırpaladılar. Film de tümüyle güme gitti.
Şilili Patricio Guzman’ın yarışmadaki tek belgesel olan filmi El Boton de Nacar- İnci Kutu, 1973’den beri çalışan sanatçının son yapıtı. Konulu filmler arasındaki yarışmaya sızmasındaki neden, Guzman’ın Latin Amerika üzerine bu yeni yapıtında bir kez daha o kıtanın gizlerine eğilirken yarattığı özgün atmosfer. Sanatçı o upuzun okyanus sahiline sahip, suyla içiçe yaşayan Şili’nin suyun çevresinde dönen yaşamına son derece kişisel görüntülerle yaklaşırken, ülke halkının geçmişten bugüne yaşadığı büyük katliamlara da değiniyor. Seyre değer, çok farklı bir belgesel...
Kimi eleştirmenler beğense de yine Şili’den çıkıp gelen ilgi çekici yönetmen Pablo Larrain’in son filmi El Club- Kulüp beni doyurmadı. Kiliselerinden çeşitli nedenlerle uzaklaşmış bir avuç yaşlı papazın bir tür yaşlılar evi gibi kullandıkları bir evde yaşadıklarını, hepsinin birer büyük ‘günahkâr’ olduğu temeli üzerinde anlatan filmin temel özelliği, Hıristiyanlığa getirdiği ağır eleştiriler. Ama bunu bir Bunuel inceliğiyle yapmak yerine alabildiğine kaba ve zevksiz olmayı seçmiş bir film. Pek seyredilesi olmayan, polemikçi ve her anlamda son derece karanlık bir yapım.
Son olarak çok daha iyi birkaç filme gelirsek… Uzun aralıklarla yaptığı filmlerle dikkat çeken Alman yönetmeni Andreas Dresen, As We Were Dreaming- Rüya Gördüğümüz Günler adlı yenisinde, bir dönemin Doğu Berlin’inde yaşayan bir avuç asi gencin öyküsüne değiniyor. Fona sürekli siyasal bir bakışı alarak ve iyi seçilmiş genç oyuncularından dokunaklı bir kayıp gençlik tablosu çizmeyi başararak....
Yine ilgi çekici bir avuç filmiyle tanınan Polonyalı kadın yönetmen Malgorzata Szumowska ise Body- Vücut filminde sıradışı bir baba-kız ilişkisini ve yıllar önce hem annesini, hem de çocuğunu yitirmiş bir genç kadının içine gömüldüğü yalnızlık ve çılgınlık dünyasındaki karanlık serüvenini anlatıyor. Sürpriz bir finale doğru kayan, gerçekten kara, hatta kapkara bir film...