Son dönemin en çok ilgi gören ve tartışılan dizilerinden biri, belki de birincisi. Onların çoğu gibi büyük popüler kanallarda değil, özellikleri olan, daha seçici ve özgün işlerle tanınan, hele sinemaların bile kapandığı şu dönemde seyircisi gitgide artan ve tüm dünyada adı edilen bir kanalda: Netflix.
Ve orada bir Türk dizisi. Ama İngilizce de bir adı olan (Ethos); birçok ülkede de en çok seyredilen dizi listelerine giren, neredeyse evrensel bir başarı. Merak etmez misiniz, bu 8 bölümlük mini diziyi? Biz de ettik ve kimi zaman (en azından bizim oralarda) Netflix'e girmeyi zorlaştıran teknik sorunlara karşın, oturup izledik.
Dizinin yazarı ve yönetmeni Berkun Oya'yı hatırlar gibiydim. Evet, onun 2007 yılında çektiği İyi Seneler Londra filmine belli bir sempatiyle yaklaşmıştım.
İşte yazımdan bir bölüm:
"Hoşa gitmek için değil, adeta gitmemek için yapılmış gibi duran bir film. Hiç uyuşmayan, hiçbir iletişim taşımayan ve aslında hiç karşılaşmaması gereken insanların karşılaşmasına dayanıyor.
En çok aksiyon beklenen sahnelerdeki konuşmalar, sanki bir Tarantino etkisini düşündürüyor. Filmin hemen hiçbiri normal gözükmeyen kahramanları, belli durumlarda beklenenin tam tersini yapıyorlar. İtici, sevimsiz, zevksiz, hazin, bunalım habercisi gibi sıfatlar filmi izlerken sık sık akla geliyor."
Ancak şöyle de eklemişim: "Ama tüm bunlar, sonuç olarak filmin tümüyle özgün ve giderek büyüleyici olduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Bir kez daha, sıkı sinemaseverlere seslenen bir film bu." (Eleştirisi Sinemamızda Değişim Rüzgarları kitabımda var.)
1977 Bursa doğumlu, Çerkes kökenli Oya, sonrasında tiyatroyu seçmiş, dizi senaryoları yazmış ve başka film yapmamış. Yıllar sonraki bu dönüşe kadar... Ben bunları hatırlattım; çünkü yazdıklarım bu diziye de öylesine denk düşüyor ki, ben bile şaştım!..
Hikâye belli olmayan bir tarihte İstanbul'un Beykoz çevresinde geçiyor. Uzaktan sık sık yoğun bir kentleşme gösterilse de, orası hâlâ doğaya yakın, yeşilliğini korumuş bir taşra dekoru oluşturuyor. Onca karakter arasında ana kişilik Meryem. Bu başı örtülü genç kadın, daha ilk başta bir eve giriyor. Boş evde temizliğe gelmiş bir emekçi edasıyla dolaşıyor. Ve sonra düşüp bayılıyor!..
Bundan sonrası uzun (8 bölüm sürecek) bir flash-back'tir (geriye dönüş). Ve kişileri birer birer tanımaya başlıyoruz.
Meryem sık sık bunalım geçirip bayılan sorunlu bir genç kadındır. Küçük evlerinde ağabeyi Yasin, karısı Ruhiye ve onların iki çocuklarıyla yaşar ve evlere temizliğe gider. Yasin askerliğini komando olarak yapmış, şimdi güvenlikçi olarak çalışan alabildiğine sert ve maço biridir. Ruhiye de Meryem'in bir başka türlüsüdür: Bilinmez bir hastalıktan muzdariptir; sık sık bunalım geçirir ve asıl köyüne, evine geri dönme hayalleri yaşar. Tüm bunlar için kocası Yasin'den sürekli azar işiterek... Gerçekten de Meryem'i azarlamaktan boş kalan vaktini ona saldırmakla geçirir Yasin!..
Başkaları da vardır; özellikle kadınlar. Öyle ki ortalama yarım saatte bir yeni bir hatun arz-ı endam eder: Bizim seyir ve kavrama kapasitelerimizi hayli zorlayarak... Biraz sınıf atlarsak, önce iki kibar hanım tanırız: İkisi de aynı mesleğin (psikiyatri ya da ruh doktorluğu) etrafında dönen... Peri daha alçak gönüllüdür ve kendini Meryem'in sorunlarını dinlerken bulur. Ama bu onu yorar; üstelik kendi sorunları da vardır: Meryem'inkilerden hiç de az olmayan... Ve bunları da mesleğindeki bir üst sınıftan Gülbin'e anlatabilir. Giderek gerek Peri, gerekse Gülbin'in ablası Gülan ve engelli erkek kardeşleri Rezan da birer sorun yumağı olarak ekrana gelirler.
Ama karakterler daha çoktur. Çevredeki herkesin (hatta psikiyatrise gidenlerin bile) sık sık ziyaret edip danıştığı, Hoca namlı Ali Sadi de hayli sorunludur. Eşi Mesude'nin sağlık, kızı Hayrünnisa'nınsa cinselliğini arama sorunları vardır. Peri biraz teselliyi bir ünlüden, hepsinin TV'de izlediği popüler bir dizinin baş oyuncusu, yoga yaparken tanıştığı Melisa'da bulurken, öte yanda ana-babasıyla sürekli takışmaktan kurtulamaz.
Gülbin ise ayni şeyi kardeşleriyle yapar. Ortalıkta bir erkek cinsellik anıtı gibi dolaşan (ve sık sık gösterildiği tuvaleti başka işler için kullanan!) Sinan ise belki hikayenin en az işlenmiş figürlerinden biri olarak kalır. Ama onun da annesiyle ilişkisi tam anlamıyla "şekerrenk"tir....
Ve olaylar gelişir. Ali Sadi Hoca'yı zor günler beklemektedir. Hem işiyle, hem eşiyle ilgili... Ruhiye tarafından terk edilen Yasin, maçoluğun ve sadistliğin boyutlarını giderek arttırır. Köyüne dönen Ruhiye orada yıllar önce kendisine tecavüz eden eden adamı bulur: Çökmüş ve hayata teslim olmuş bir hâlde... Onca erkek karakteri içinde en yumuşak başlısının eski bir tecavüzcü olması dizinin en tuhaf olaylarından biridir!..
Sonunda belki Meryem hak ettiği mutluluğu bulacaktır: Hoca'nın müritlerinden geveze, dilbaz, eski deyimiyle "malumatfuruş" Hilmi sayesinde... Yani bir tür "çok şey bilen adam" (biraz Hitchcock'vari oldu ama!) Hayli eksantrik olsa da, sonunda dizinin en sempatik kişiliği...
Dizi üzerine yazacaklarım temelde yönetmenin filmi üzerine 13 yıl önce yazdıklarımla örtüşüyor. O film için dediğim gibi, bu aşağı-yukarı tek bir normal insanın olmadığı; tek bir alışılmış ve beklenen davranış biçiminin sergilenmediği; genelde insanlar-arası iletişim yerine nefretin, hor görmenin, hatta eziyetin gösterildiği sert bir hikâye. Erkekler genelde küfürbaz, maço, küstah, saldırgan. Ki küfürbazlıkta kadınlar da erkeklere yetişiyor!..
Kadınlarsa alabildiğine kompleksli. Ya açıkça hastalar ya da iletişim sorunları erkekleri bile aşacak düzeyde. Ve genel olgunun tersine, duygusal ortaklıkları da çok tartışmalı. Yani birbirlerine geleneksel beklenen desteği vermekten aciz kalıyorlar. Tersine, ilk fırsatta birbirlerine giriyorlar. Çocuklar ise şöyle bir görünüp kayboluyor. Akılda kalacak hiçbir çocuk karakteri yok! Ve hayatımızda oynadıkları büyük role ekranda yaklaşamıyorlar bile...
Dizinin gördüğü genel ilginin belki en önemli nedeni bence kadınları çok kabaca başörtülü veya başörtüsüz olarak ikiye ayırması. Büyük ölçüde sınıfsal, ama ayrıca kişiliklere bağlı olarak... Bu kim ne derse desin, ülkemizde hâlâ var olan bir sorun değil mi? Gerçi Merve Kavakçı döneminde değiliz artık... Belli bir konsensus sağlandı, bir diyalog kuruldu; belli bir karşılıklı hoşgörü yerleşti. Ama belki dizi de zaten tam o günlerde, yani 2014'lerde geçiyor olabilir!..
Psikoloji ve onun profesyonel ustaları, hikâyede önemli bir rol oynuyor. Ama konunun uzmanı o iki kadının arasında beliren uçurum neyin nesi? Peri'nin inanılmaz biçimde sıkıcı, sanki bir hapishane hücresine benzeyen kabinesi (çalışma odası) bunun bir nedeni mi, sonucu mu? Ve hangi hasta o son derece rahatsız gözüken eğreti sandalyede saatlerce oturabilir? Ya da Gülbin'in onu dinlerken suratında hep beliren Sfenks ifadesinin anlamı ne?
Ve tüm konuşmalarda, kimsenin dilinden düşmeyen ve bol keseden kullanılan "şey” sözcüğü kadar, neredeyse Jung'un da adı geçiyor. Peki ama niye bir kez de Freud anılmıyor acaba?
Daha önemlisi, bence dizinin dramatik yapısının kusurları ya da kurgunun genel zafiyeti. Çok sayıdaki kişiliğin hikâyenin içine yerleştirilmesi iyi çözümlenememiş. Örneğin kimileri tüm bir bölüm boyunca gösterilmiyor; sanki birden yok oluveriyor. Ya da dizinin gel-giti içinde yitip gidiyorlar. Örneğin Peri'nin ana-babası, hem de Nur Sürer-Taner Birsel gibi harika bir ikiliye rağmen, sanki yoklar!..
Biçim açısından da hatalar, eksikler var. Örneğin kameranın yorucu sabitliği ya da tembelliği; hemen hiç kamera hareketi olmaması. Oysa ben bunu ne kadar severim!.. Birkaç zoom da durumu kurtarmıyor. Biri dışında: Bir "traveling- kaydırma", hem de bir merdiveni izlediği için yukardan aşağı çekilmiş. Bravo... Ama işte o kadar!..
Müzik ise etkili biçimde kullanılamamış. Birkaç yerde hayli yükseliyor, ama genelde sessiz-sedasız geçiyor. Bir yer dışında: Hoca'nın eşi Mesude'nin ani vefatından sonra gelen hüzünlü türkü. Sanırım Kürtçe idi. Ama orada da bir mezarlık bölümü var: İyi gördüysem farklı dinlerdeki mezarları gösteren... Ancak asıl film formatından daha küçük. Galiba bir belgeselden alınma ama doğrusu bu illa da kusur sayılamaz... İlk bölümlerden birindeyse sanki kulağıma Charles Aznavour'un Mourir d'Aimer şarkısının melodisi çalındı. Acaba yanıldım mı?
Bence asıl sorun ilk iki bölümde kullanılan Ferdi Özbeğen ve görüntülü şarkıları oldu. Hayır, ona karşı bir tutumum yok; tersine severim. O bölümler de çok hoştu. Ama niye sadece iki bölüm; sonra tam bir sessizlik; sonlarda Ferdi'nin bir bölümde daha çıkıp gelmesi. Tam bir ilkesizlik örneği...
Oysa diğer bölümlerde de illa da Ferdi değil, ama başka nostaljik isimlerin TV kanallarından kolayca sağlanabilecek olan konser videoları kullanılabilirdi. Başta diziye efsane olmuş şarkısı Memleketim (Bir Başkadır Benim Memleketim) ile katılan merhum Ayten Alpman olmak üzere... Öyle değil mi?
Geldik oyunculara; ki onlar bence muhtelif!.. Başrolde Meryem'e hayat veren Öykü Karayel'e bayıldım; onu candan kutlarım. Kardeşi Yasin'in karısı Ruhiye'de Funda Eryiğit de övgüye değer; öylesine zor bir rolde... Hayrinnüsa'nın "kız arkadaşı" Burcu da vaktiyle çok iyi filmlerde izlediğimiz Esma Madra burada da iyi. Benzer şeyleri Sinan'ın annesindeki deneyimli Nihal Koldaş için de söyleyebiliriz.
"Üst sınıf" kadınlara gelince... İki psikiyatri ustası, yani Peri ve kankası Gülbin'de Defne Kayalar ve Tülin Özen hayli iyiydiler. Yani yeterince sinir bozucu ve itici demek istiyorum!.. TV yıldızı Melisa'da Nesrin Cavadzade'yi izlemekse her zamanki gibi çok keyifliydi.
Erkeklere gelince... Orası bir başka alem... Elbette Hoca'da yine deneyimli Settar Tanrıöğen'i bulmak hoş bir sürpriz oldu. Hilmi'de Gökhan Yıkıkan da yeterince inandırıcıydı.
Ama "asıl erkekler" biraz sorunlu. Örneğin Sinan çok muğlak bir biçimde çizilmiş. O nedenle Alican Yücesoy'un oyunu üzerine konuşmak zor. Ama Fatih Artman'ın Yasin'i üzerinde fikir yürütebiliriz. Bu karakter öylesine sevimsiz, itici ve kötücül ki...
Ve özellikle iki kadına, Meryem ve Ruhiye'ye yaptıkları öylesine kabul edilemez ki, ondan gerçek anlamda nefret etmeye başlıyorsunuz. Ben kendi adıma o kadınlardan hangisi sonunda adamı öldürecek diye bekler hale geldim!.. Kendini tümüyle filme kaptıran saf bir seyirci gibi!..
Elbette öyle olmuyor. Hatta tam tersi oluyor. Yasin giderek kimlik değiştiriyor ve yumuşuyor. Ama sanırım benim öfkem bile Fatih Artman'ın oyununu övmemizi gerektirmez. Çünkü burada da melodrama teslim olma ve bir karakteri alabildiğine abartarak gerçekliğinden koparma durumu var. Ne yazık ki!..
Ve sonuç olarak belki final cümlemizi dizinin kendisinden alabiliriz: "Oturup sonuna kadar bir Türk dizisi izleyecek hâlim yok herhalde!.."