BEN O DEĞİLİM
Yönetim ve senaryo: Tayfun Pirselimoğlu Görüntü: Andreas Sinanos Oyuncular: Ercan Kesal, Maryam Zaree, Rıza Akın, Nihat Alptekin, Mehmet Avcı Türk-Yunan- Alman-Fransız ortak-yapımı.
“Biriyken başkası olma, ‘öteki’ haline gelme konusu hep ilgimi çekmiş, yaptığım işlere bir yerlerinden sızmıştır. Ben O Değilim ise tamamen bunun üzerine kurulu bir hikâye; farklı okumalarla değişik menzillere ulaşabilecek bir yapısı var”.
Yazar-yönetmen Tayfun Pirselimoğlu, yeni filminin çıkış noktasını böyle açıklıyor. Biz de hem hayli sanatçıyı meşgul etmiş olan bu ilginç tema, hem de Pirselimoğlu’nun bildiğimiz ve hep yeni şeyler vaad eden sinemasının etkisiyle, umut içinde filmi izlemeye başlıyoruz.
Ama sonuç, en azından benim için biraz düşkırıklığı. Kuşkusuz ilginç, elbette saygın bir film. Ama tümüyle doyurucu değil.
Oysa Tayfun’un bu belki en arı, en ‘minimalist’ filmi (oldukça ağır bir tempo, müziğe hiç başvurmama konusunda kesin bir tavır), bir noktaya dek oldukça ilginç. Bir büyük hastanenin yemekhanesinde çalışan, son derece basit ve sıradan bir yaşamı olan ortayaşlı Nihat, kendisine beklemediği bir ilgi gösteren Ayşe adlı bir çalışanla ilişki kurar, kadının daveti üzerine evine yemeğe gider. Ve ortalama Türk erkeğinin beklenen haşinliği içinde, onunla hayvani biçimde seks yapar.
İlişki yürür. Ama Nihat garip biçimde, Ayşe’nin kendisini birkaç yıldır hapiste olan kocasının yerine koymaya çalıştığını farkeder. Adamın giysilerine, eşyasına, alışkanlıklarına önce karşı çıkar, sonra alışır. Ve daha şık giyinmeye, daha ‘insana benzemeye’, kısacası bir başkasına dönüşmeye başlar.
Ama kadın birden (filmde nasıl olduğunu anlayacağınız biçimde) hayatından çekip gider. Buraya dek, film gerçekten belli bir ilgiyle izlenir. Ancak kadının yok olması, filme kaçınılmaz olarak bir polisiye, giderek kara-film tadı katmıştır. Ve seyirci (hele benim gibi o türün meraklısıysa) o yönde beklentilere kapılmıştır.
İşte o noktadan sonra, film eski deyimiyle ‘irtifa kaybeder’. Kadının gizemli kayboluşu ve bulunuşunun getirdiği beklentiler, film tarafından gereğince karşılanmaz. Hatta bu yolu tümüyle tıkar: kayboluş olayının o çevrede, hatta işyerinde bile bilinmemesi, polisin hiçbir biçimde işe karışmaması gibi mantığa aykırı gelişmelerle...
Ve o andan itibaren film daha çok kişilik bölünmesi, kimlik değişimi gibi temalarıyla Borges ya da Saramago gibi yazarların yörüngesine geçer. Bu elbette saygın bir çabadır. Ama elbette çetin cevizdir de... Nitekim en son İstanbul festivalinde izlediğimiz, Saramago’nun hikayesinden yetenekli Kanadalı yönetmen Dennis Villeneuve tarafından uyarlanan (ve bu kez ayni fiziksel kimliğe sığınmış iki ayrı ruhu anlatan) Düşman filmini hiç sevememiştim (Gerçi beğenenler de oldu, ama en azından popüler Paris Match dergisi X vererek benim görüşüme katıldı).
Üstelik film, Nihat için yaptığı bu ‘kimlik değiştirme’ olayını, finalde Ayşe için de yapıyor. Ve karşımıza, ayni fiziğin içinde bir başka kadın çıkarıyor. Bu kadarı biraz fazla olmuyor mu, sevgili Tayfun?
Ama ne olursa olsun, filmin parlak bir görselliği, yabancı sanatçıların da katkısıyla kusursuz bir işçiliği var. Özenle tasarlanıp çekildiği belli. Oyunculuk babında ise Ercan Kesal’ın bu ödüllü kompozisyonuyla o dönüşümü mükemmel biçimde verdiğini ve bir oyunculuk gösterisi sergilediğini söylemeliyim. Ayni şey, uluslararası çalışan İranlı oyuncu Maryam Zeree için de söylenebilir.
Velhasıl tam anlamıyla doyurmasa da gerçek sinema tutkunlarınca izlenmesi gereken bir film.