“İki hafta boyunca 8 salonda, 593 seansta, 25 bölümde 50 ülkeden 245 yönetmenin, uzun ve kısa metrajlı toplam 357 filminin gösterildiği festivali toplam 135 bin sinemasever izledi. Festival boyunca %84 dolulukla geçen film gösterimlerinin yanı sıra, festival konuklarının katılımıyla renklenen 3 sinema dersi, 7 söyleşi, yönetmen, oyuncu ya da yapımcılarının bizzat sunduğu film gösterimleri ve Köprüde Buluşmalar kapsamında düzenlenen 3 atölye, 5 sinema dersi ve 3 söyleşiyle 16 gün boyunca İstanbul sinemaya doydu”.
Son festivalden sonra yayınlanan basın bülteninden aynen aldım bu satırları. Böylece 33. kez yapılan ve ülkenin sanat yaşamında gerçek bir gelenek haline gelen bu olayın sayısal bölümünü bir kez daha hatırlatmış oldum. Şimdi gelelim çok genel bir bakışa ve kaçınılmaz En İyiler listeme...
Festivali bu yıl çok iyi izlediğim söylenemez. (Bakınız: dünkü yazım). Gerçi başlarda günde ortalama üç filmle iyi gidiyordum. Ama son günlerde hiç gidemedim. 16 günlük bir maraton olarak dünyanın bilinen en uzun festivali, seyircisinde bir bağımlılık yaratıyor ve normalde katlanamayacağınız bir tempoyu benimsiyorsunuz. Elbette sevgili Kerem Akça gibi her yıl (50’ye yakın filmle) rekor kıranlar da var, en büyük gazetelerin sinema yazarı oldukları halde bir kez bile ortada görünmeyenler de...Biz ortada bir yerdeyiz.
Altın Lale bu yıl en iyi bölümlerden biri oldu. Yarışan 12 filmden 7’sini gördüm ve hepsini sevdim. İzlanda’dan gelen özgün ‘heavy metalci kız’ öyküsü Metalci, İtalyan Daniele Luchetti’nin 70’li yılları anan özyaşamsal Mutlu Yıllarımız, Fransız Martin Provost’un unutulmuş bir kadın yazarın öyküsüne eğildiği edebi soslu Violette, Belçikalı Robert Lepage’ın yanına Pedro Pires’i alarak çektiği yoğun karakter irdelemesi Üçleme, sevdiğim filmler oldu. Ama zirveye iki cinsellik/ eşcinsellik öyküsünü koyarım: yönetmen-yazar-oyuncu, genç dahi Kanadalı Xavier Dolan’ın şaşırtıcı ve cüretli cinsel kimlik irdelemesi Tom Çiftlikte. Ve yine yazar-yönetmen-oyuncu genç Fransız Guillaume Gallienne’in kendi sahne oyunundan uyarladığı, beş Cesar ödüllü Ben, Kendim ve Annem. Ancak jürinin ödülleri verdiği Körlük ve Dünyada 20.000 Gün, kaçırdığım filmler arasındaydı.
Bu ‘galalar’ her zamanki gibi parlaktı. Büyük Budapeşte Oteli’ne kimileri gibi bayılmadım doğrusu... Ama açılış filmi olan Stephen Frears’in son derece dokunaklı ana-oğul öyküsü Philomena- Umudun Peşinde, Cedric Klapisch’in İspanyol Pansiyonu’na bu kez ABD’de geçen devam filmi niteliğindeki Aşk Bulmacası, Charles Dickens’in unutulmuş aşkına değinen edebi lezzetteki Ralph Fiennes filmi Görünmeyen Kadın... Uzun süredir sesi çıkmayan Avustralyalı Fred Schepisi’nin dönüş filmi, romantik komedti kıvamındaki Sözcükler ve Resimler, Kanadalı Denis Villeneuve’ün şaşırtıcı Jose Saramago uyarlaması Düşman... Hepsi düzeyli filmlerdi. Ve çoğu yakında sinemalaragelecek...
Ustalar muhtelifti. Görebildiklerimden, Alman Volker Schlöndörff’ün tiyatro kıvamındaki ve “Paris yanmaktan nasıl kurtuldu? temalı savaş-gerisi filmi Diplomasi, Andrzej Wajda’nın gayet inandırıcı ve öğretici Lech Walesa biyografisi Walesa, en sevdiklerim oldu. Atom Egoyan’ın Şeytan Düğümü’nü o kadar tutmadım. Lars von Trier’in İtiraffilmini ise görmüş, hatta yazmıştım. Yazım, filmin gösterilmesiniu bekliyor!.. Ama ayılıp bayılmadığımı söylemeliyim. Kaçırdığım Terry Gilliam. Ettore Scola, Bertrand Tavernier filmleriniyse vizyonda yakalarım.
Dünya Festivallerinden bölümünde Pawel Pawlikowski’nin ilk kez anavatanı Polonya’ya giderek çektiği İda, Yahudi soykırımına çok farklı biçimde eğilen draması ve titiz anlatımıyla tam bir başyapıttı: belki festivalin birkaç zirvesinden biri... İtalyan Uberto Pasolini’nin Durgun Hayat’ı hayatını kimsesizlerin cenazelerini kaldırmaya adamış bir belediye görevlisi üzerine dokunaklı bir mini başyapıttı. İngiliz David MacKenzie imzalı Yüksek Risk, hapishanede buluşan suçlu baba-oğul temasıyla gerçekten de şimdiye dek gördüğümüz hapishane filmlerinin zirvesine yerleşen etkileyici bir yapımdı. Fransız filmi Nükleer Santral Avusturya’da kapatılmış bir santralı dekor alan garip bir aşk üçgeni öyküsü, Amerikalı James Ward Byrkit’in Paralel Evren’iyse düşük bütçeli, ama yüksek zekalı bir bilim-kurgusal fanteziydi.
Anti-depresan bölümünde izlediğim Albert Dupontel imzalı Fransız filmi 9 Ay Hapis, son dönemde beni en çok güldüren film oldu. Zengin kadrolu bu komediyi herkese tavsiye ederim!...Arjantinli Hernan Guerschuny’nin Film Eleştirmeni, en çok bizim meslektekilere keyif verse de yeterince hınzır ve özgün bir sinemaseven filmi. İsveçli tanıdık Lukas Moodysson, yeni filmi Bizden İyisi Yok’ta üç yeni-yetmenin sokak serüvenlerini Kuzey Mizahı denebilecek özgün bir kıvamda anlatmıştı. Geçen yıl aramızdan ayrılmış sanatçılara ayrılan Anılarına bölümünde ise Alain Resnais’nin son filmi Riley’in Hayatı, içerdiği yoğun tiyatro havasına karşın şu soruyu sorduruyordu: 90 yaşında nasıl bu kadar genç kalınabiliyor?
Çok azını görebildiğim yeni-eski Türk filmlerine değinmesem de, onarılmış yepyeni kopyasıyla Muhsin Bey’e hoşgeldin demek ve Bu İkiliye Dikkat bölümünün özgünlüğünü belirtmek isterim. Ve şimdi de festivalin bence en iyi 10 filmi:
1- İda
2- Tom Çiftlikte
3- Yüksek Risk
4- Ben, Kendim ve Annem
5- Diplomasi
6- Durgun Hayat
7- Umudun Peşinde
8- Violette
9- Walesa
10-9 Ay Hapis