KUZEYLİ X X X ½ (The Northman) Yönetmen: Robert Eggers Senaryo: Sjön, R. Eggers Görüntü: Jaren Blasche Müzik: Robin Carolan, Sebastian Gainsborough Oyuncular: Alexander Skarsgaard, Nicole Kidman, Claes Bang, Ethan Hawke, Anya Taylor-Joy, Gustav Lindh, Elliott Rose, Willem Dafoe, Phil Martin, Björk Universal filmi, 2022. |
Bu hafta sinemalara yeni filmler geliyor. Nihayet!.. Ama onları beklerken, ben cumartesi akşamı Digiturk'te galasını yapan bir filmi sizlere duyurmak istedim. Çünkü gerçekten ilginç...
Vikingler dönemi tarihin en karanlık, en şiddet içeren, en vahşi dönemlerinden biridir. Sinemada 1958'de Richard Fleischer'in yönettiği Vikingler filmi Kirk Douglas, Tony Curtis, Ernest Borgnine, Janet Leigh gibi yıldızların başını çektiği bir kadroyla büyük ilgi görmüştü. Sonradan 2013-2020 arasında sükseli bir TV dizisi haline geldi. Ve şimdi de ilginç yönetmen Robert Eggers'in elinde kendine özgü bir filme dönüştü. Daha önce The Witch - Büyücü ve The Lighthouse - Deniz Feneri filmleriyle dikkat çeken yönetmenin çok daha iddialı bir filmi.
Film 9. yüzyıl sonlarında açılıyor. Vikingler'in Avrupa'nın kuzeyinde egemen olduğu (ama sonradan birçok ülkeye yayıldığı) bir çağ. Önce kahramanlarımızın gençliğini tanıyoruz. Odin denen bir tanrıya tapan, kendilerine özgü gösterişli bir dille konuşan... (Filmin kimi bölümleri galiba o dilde; çünkü alttan İngilizce yazılar geçiyor!) Ve bizlere şiddetin egemenliği altında gelişmiş ve hâlâ öyle yaşayan bir aileyi tanıtıyor.
Kral Aurvandil (Ethan Hawke) savaş dönüşünde yaralı, yorgun, yenilmiş biridir. Tebaası onu "Selam olsun, Kuzgun Kral” diye karşılar. Ve kadehler Skal - Şerefe diye kalkar. Eşi kraliçe Gudrün (Nicole Kidman) onu iyileştirmeye çabalar. Küçük oğlu Amleth ise (gençliği Oscar Novak; olgunluğu Alexander Skarsgaard) ona sarılıp durur. O arada çılgın bir yarı falcı, yarı hokkabaz Heimir (Willem Dafoe) onları eğlendirmeye çabalar.
Aurvandil'in kardeşi Fjölnir (Claes Bang) tam bir insan kılığında canavardır. Hem tahtta, hem kraliçede gözü olan... Bunun için tek çare kralın ortadan kalkmasıdır. Nitekim bu gecikmeden gerçekleşir. Arada ortaya kadınlar çıkar. Bu alabildiğine haşin, zalim, acımasız erkekler topluluğunda kadınlar hep itilen, harcanan, zavallı yaratıklardır. Elbette haşin kraliçe Gudrün'ün dışında... Huş ormanlarında yaşayan genç Olga da (Anya Taylor-Joy) bu zulmü tadar.
Film sonuç olarak kendine özgü bir tempo, birçok ögenin birleşiminden oluşan farklı ve özgün bir kimlik taşıyor. Öncelikle biçime bakalım: yer yer tam bir siyah-beyaza yelken açan; sonra en canlı renklere dönüşen bir estetik... İçerik olarak, en sert biçimiyle amansız bir savaş, sürekli öldürme, hep savaşma tutkusu... Ama bu aksiyon daha çok belli bir üslupçuluk bir stilizasyon taşıyor. Hatta 'kitsch'ten bile söz edilebilir. Bu haliyle bize sunulan sanki tarihin en vahşi çağı!..
Kimi zaman her şey öylesine azgın ki, sanki Walhöl: Öbür Dünya'yı görüyoruz!... Konuşmalar tumturaklı, adeta geveze bir destan havası var. Örneğin şu lafa bakın, Olga'nın ağzından: "Artık bizi bağlıyan kaderin canlı bir ipliği var." Ki burada Olga gizli hamileliğini ima ediyor!..
Birkaç bölümden oluşan filmin son bölümü Hel'in Kapısı adını taşıyor. Hel, herhalde günümüz İngilizcesindeki Hell (Cehennem) olmuş. Ve o unutulmaz uzun final gerçekten de etkileyici. Alev fışkıran yanardağların kızıl fonu önündeki döğüş. Ve bunun siyah-beyaz Olga ve ikizleriyle yarattığı kontrast... Müthiş.
Oyuncular takımı da süper. Ünlü İsveçli Skarsgaard ailesinden gelen (Stellan Skarsgaard'ın oğlu) Alexander'ın Amleth'i, Ethan Hawke'nin Aurvandil'i, deneyimli Willem Dafoe'nun Heimir'i kusursuz. Önceleri hayli gerilerde kalan Nicole Kidman, kraliçeyle perdenin en kompleks, en karmaşık 'femme fatale'lerından birini canlandırıyor. Genç Olga'da ise yönetmenin gözdesi Anya Taylor-Joy çok etkileyici. Bir dönemin ünlü oyuncusu Björk küçük bir rolle de olsa perdeye dönüş yapmış.
Son olarak şunu hatırlatayım: kimi gerçeklere dayanan bu hikâye İngiliz dehası Shakespeare'i etkilemiş ve Hamlet trajedisinin ana karakterini Amleth'ten yola çıkarak yaratmıştı.
Atilla Dorsay kimdir? Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |