DOVLATOV X X X ½ Yönetmen: Aleksey German Jnr Senaryo: A. German Jnr, Yulia Tupikina Görüntü: Lukasz Zal Oyuncular: Milan Maric, Danila Kozlovsky, Helena Sujecka, Artur Bestchastny, Elena Nyadova, Anton Shagin, Svetlana Khodchenkova Rus-Sırp-Polonya yapımı |
Aleksey German (1936- 2013) tanınmış bir Rus yönetmeniydi. Oğlu da aynı adı taşıyor ve o da 2003’den beri film çekiyor. Karşımızda onun beşinci uzun filmi var.
Anlatılan bir Rus yazarının hikâyesi. Sergey Donatoviç Dovlatov (1941-1990) Rusya’nın Brejnev yönetimindeki yıllarında yaşamış. Stalin’in ölümünden sonra kısa bir dönem için görece bir özgürlük yaşamış olan ülke, Brejnev’le birlikte yeniden tam bir baskı rejimi altına girmişti.
Film 1971 yılında karlar altındaki Leningrad kentinde geçiyor. Anlatılan altı günün hikâyesi. Dovlatov yetenekli bir sanatçıdır, ama rejim koşullarına uymak istemez.
Elbette onca büyük yazar yetiştirmiş bu ülkede sanat tümüyle yok edilemez, o isimler de unutturulamaz. Nitekim rejim propagandası için bir gemi dekoru önünde çekilen bir filmde Tolstoy, Puşkin, Gogol, Dostoyevski de vardır: yani onların kılıklarına bürünmeye çalışmış, yeteneksiz, üstelik kimileri sarhoş sözüm ona aktörler...
Ama Dovlatov bu film için aldığı bir tanıtım metni yazma görevini yapamaz, buna eli varmaz. Oysa bu en azından boşandığı annesiyle yaşadığı için ancak birkaç saat görebildiği kızına bir oyuncak ayı almak için gereken paraya kavuşmasını sağlayacaktır.
Aynı biçimde, gerçek edebi dergilere yazamadığı için, ancak iş bulabildiği ‘fabrika dergileri’ne de yazamaz. Çünkü bunların genelde kadın yöneticileri ondan “pozitif şeyler yazmak ve güçlü, büyük kahramanlar yaratmak” şartıyla yazı alırlar.
Ve hele güzel bir aktrisin tanıştırdığı o ‘patron’. O nüfuzlu adamın isteği daha basittir: Hayranı olduğu antik Yunan dönemi üzerine bir destan yazması!.. Ama yazardan öyle bir yanıt alır ki...
Aslında hala okuyan bir halktır bu... Nitekim Faulkner, Steinbeck, Hemingway gibi Amerikan yazarları çevrilir, okunur. Ama örneğin Gunther Grass, Hans Fallada, Nabokov (hele Lolita!) ve elbette Soljenitzin gibileri kesinlikle yasaktır.
Ancak hayat devam etmektedir. Yönetmenin büyük bir canlılıkla sunduğu o Leningrad gecelerinde, barlarda edebiyat konuşulur, Amerikan cazı çalan kulüplerde dans edilir. Komşu Finlandiya’dan gelen güzel kızlar iç çamaşırı, külotlu çorap, parfüm gibi şeyler getirip karaborsada satar. Ve genç Dovlatov istediği Pink Floyd albümünü getirmedikleri için kızar!..
Bu ilgi çekici filmin temel özelliği kuşku yok ki tümüyle yazmak ve yazarlık eylemi (tutkusu da diyebiliriz) üzerine olması. Böylece film (zaten amaçlamadığı) bir yazar biyografisi olma çabasını aşıyor. Ve soruna daha geniş bir bakış açısından yaklaşıyor.
Ama tüm o sıcak iç mekan çekimlerine, komik anlara ve belgeselci üsluba karşın dramatik, hatta trajik anlar da var. Örneğin emekçi-yazarın ilgi gören bu etkinliğini bir kırık aşk macerası yüzünden bırakması. Dovlatov’un aslında onca sevdiği ülkesini kader arkadaşı şair Josef Brodsky ile birlikte bırakıp ABD’ye göçme kararını alması (Nitekim orada, New York’ta ölecektir: 1990 yılında...Yani tam da komünizmin çöküş yıllarında!..)
Ve herhalde en acıklısı: Ressam dostlarının tutuklanıp götürülürken polisin elinde ölüp gitmesi...
Ayrıca yazarın sonradan tescil edilmiş tüm yeteneğine karşın yazmak uğruna onca çekmesi de acaba yarı Yahudi- yarı Ermeni olmasından mı kaynaklanıyordu? Sovyet rejimi diğer günahlarının yanı sıra ırkçı damgasını da mı hak ediyordu? Gel de yanıtla...
Bu gerçekten sıra dışı film herkese göre olmayabilir. Ama anlattığım temalara ilgi duyanlar kaçırmasın.
YARIN: BENİ SATAN CASUS