Canım ne kadar sıkılıyor, anlatamam. Ülkenin bir tek adam yönetimine doğru adım adım kaydığı, Cumhuriyet’in neredeyse yüzyıllık kazanımlarının birer ikişer elimizden alınır gibi olduğu şu karışık ortamda, en iyi niyetliler bile sanki uğursuz bir beceriksizliğin kurbanı olarak, beklenen çıkışları yapamıyor, umulan ittifakları gerçekleştiremiyorlar. Hepimize en akıllıca düşünüp en doğru seçimleri yapmak görevi düşüyor. Her birimizin, her bireyin düşünce ve eyleminin, yeri geldiğinde önemli olabileceğini hep akılda tutarak...
Ama benim için tüm bu siyasal kaygıların fonunda, hep yok olan, yok edilen doğal, kültürel ve tarihsel hazinelerimiz yatıyor. Haince santrallara veya madenlere feda edilen o güzellikler... Halkın elinden alınıp zengin bir sınıfın keyfine tahsis edilmek istenen plajlar, betona teslim edilmiş koylar, grinin altında ezilen yeşil... Ya da en bilgisizce, üzerinde modern inşaatlar yükseltilen paha biçilmez antik kentler, kırık-dökük sütunlar, parçalanan heykeller...
Ve de, bu yazının konusu olan Beyoğlu. Türk toplumunun gerçek anlamda bir mozaik-toplum olduğu, her büyük kent gibi, ama ayrıca üç imparatorluğa başkent olmuş eşsiz tarihi ve de o benzersiz ve doğal köprü konumuyla, hepsinden de fazla çeşitli ırk, dil ve dinlerin buluştuğu, çok zengin bir kültürü oya gibi ördükleri benzersiz semt. Ve de son dönemde ona yapılanlar..
En son haber, Rebul Eczanesi’nin yıkılacağı oldu. O bina el değiştirmiş, tüm kiracılar kapı önüne konmuş. “Ne yapalım, kapitalizmin doğal akışı” deyip geçiştirebilir misiniz? Eğer o mekanın daha 1895 yılında Jean Cesar Reboul adlı bir Fransız tarafından Grande Pharmacie Parisienne adıyla açıldığını... İlk eczacılarımızdan Kemal Müderrisoğlu’nun 1920’de burada staja başlayıp Mösyö Reboul’la baba-oğul gibi olduklarını...1938’de ünlü Lavanda Kolonyası’nı imal ettiklerini... Dükkanı 1939’de devralan Kemal Bey'in burasını ailecek, artık Rebul adıyla günümüze dek getirdiğini...
Tüm bunları öğrenince, Rebul’u da sıradan bir kiracı olarak görebilir misiniz? Bu semti, bu kenti ve de kültürümüzü yönetmek iddiasında olanlar, sayısız mekan arasında Rebul’un da önemini ve burasını ne yapıp edip yaşatmak gereğini anlamamış olabilirler mi?
Ama daha neler neler gitti...İnci Pastanesi kapanalı ne kadar oluyor? O da 1944’de Lucas Zigoridis adlı bir Rum vatandaşımız tarafından açılmış ve bizi yıllar boyu, başta profiterol ünlü tatlılarıyla beslemişti.
Gençliğimde gittiğim, artık olmayan mekanları hatırlarım. Ünlü Abdullah lokantası, şnitzel’iyle meşhur Fischer, lezzet uzmanı Piknik, sonradan Beyoğlu’ndan kaçan Borsa...
Ve daha yakın zamanda kapananlar. 1921’de açılan Türk mutfağının kalesi Hacı Baba, iki yıl önce teslim olmadı mı? 1931’de Olivya Pasajı’nda Tevfik Manas ve ortakları, 1920’lerde gelen Beyaz Ruslar’dan Vera ve Veronika hanımların açtığı Rejans da yine birkaç yıl önce kapılarını kapatmadı mı? 1944’den sonra uzun zaman Osmanlı lezzetlerinin taşıyıcısı Hacı Salih yine artık yok!...
Allahtan direnenler var!...Tam 1988’de açılmış Hacı Abdullah, bunların başında geliyor. Yanıbaşındaki yine ünlü Ağa Restoran, Demirören AVM tarafından yıkılmıştı, ama Abdullah kılpayıyla kurtuldu!...Sadri Alışık sokaktaki çok daha yeni Lades’le birlikte, Beyoğlu’nda Türk mutfağını sürdüren sayılı yerler oldular.
Bu arada, Taksim’deki ünlü ve büyük Great Hong Kong adlı Çin lokantası kapanmış. Oysa birzamanlar ne kadar popülerdi, nasıl dolardı!...Son dönemde Taksim çevresi öylesine haksız biçimde olayların merkezi haline getirildi ki, esnaftan direnenemeyenler oldu, oluyor ve olacak...Benim için tatlı bir sürpriz, Gümüşsuyu caddesi üzerindeki Ayaspaşa Rus Lokantası’nın hala açık kalması oldu. Burası da 1943 yılında, Macar göçmeni Judith Krischanovski ve Rus eşi tarafından kurulmuş. Rus lokantasını, borç’u, piroşkisi, karski’si, beyin salatasıyla tadabileceğiniz belki tüm Türkiye’deki tek yer!...Umarım hep açık kalır.
Hep yemek üzerinde durduk. Ama Beyoğlu’nda artık kültürle ilişkili her mekanın Damokles’in Kılıcı altında olduğu açık değil mi? Emek Sineması gitti bitti. Peşine Sinepop (eski Ar) salonunu da katarak... Bunları ve başkalarını son çıkan Emek Yoksa Ben De Yokum kitabımda işlemiştim. En son bunlara kitapçılar da katıldı ve Robinson Kitabevi terk-i mekan etti. Umarım kalanlar direnebilir.
Ve dediğim gibi, tüm bu işlerin başında belediye başkanları, bakanlar, bürokratlar ve de kültür kurumları var. Tüm bu kapananların, sonuç olarak bu ülkenin yaşam kültürünü nasıl fakirleştirdiğini, her mekanın tarihimizden ve kültürümüzden yeri doldurulamayacak bir kayıp olduğunu görmüyorlar mı, anlamıyorlar mı? Örneğin; Beyoğlu Belediye Başkanı sıfatını taşıyan kişi, asli görevinin kentsel dönüşüm bahanesiyle eskiyi yıkıp yepyeni binalar yapmak ve Tarlabaşı Caddesi’ni “Champs-Elysees’ye çevirmek” gibi rant kokan bir iddiayla imar etmekten çok, bu semti tüm kültürü ve onu temsil eden yapılarıyla dimdik ayakta tutmak olduğunu anlamıyor mu? Ens azından, bu iki çaba belli ölçüde bağdaştırılamaz mı?
Elbette tüm bunlar geçip gidecek. Neler görüp yaşamış İstanbul, inanıyorum ki bu yağma günlerinden de sıyrılıp çıkacak. Ama tüm bunların bir tarihi de yazılacak, manevi anlamda hesabı sorulacak. Bakalım, bu işleri yapanlar ve onlara alet olanlar, o gün geldiğinde, bu hesabı nasıl verecekler?