Çivisi çıkmış ve daha da çıkması için gerekli her şeye sahip bir ülkede yaşamanın, hele bir aydın olarak yaşamanın azabı bir yandan... Birden bana ihanet eden dizlerimin üst üste geçirdiği ameliyatların verdiği sancılarla boğuşmak öte yandan... Öyle ki, en son sevgili Ferzan Özpetek’in yeni filmi İstanbul Kırmızısı’nın gösterimi için bile evden çıkamadım. (Ve dolayısıyla söz edemiyorum!)
Nasıl öyle olmasın ki... Hangi konuda yazayım, hangi korku ve kaygımdan başlayayım... Bir yandan, yönettiği dev ülkede hem içte, hem dışta olabildiğince çok kesimi, kurumu ve ülkeyi kapsayan bir barış, anlayış ve diyalog siyaseti gütmesi gerektiği çok açık olan bir siyasetçinin, tam tersini yapıp her gün öfke, saldırı, tehdit ve tepki dışavurumlarıyla çeşitlenen tuhaf siyaseti...
Öte yandan, ülkeye getirilmek istenen bir tek adam rejiminin yanıbaşında sunulan çeşitli gelişmelerin gelecek için içerdiği tehlikeler...
Sadece birkaçını yazayım, belki diğerleri kadar göze batıp eleştirilmeyen... Örneğin o seçmen ve seçilen yaşının 18’e indirilmesi. Nasıl bir şey bu?
O yaşta seçmen olmak bile tartışılır. Çünkü gençlik, hele o yaşlarda, öylesine kişisel sorunlarla dolu, öylesine karmaşık ve bunalımlı bir dönemdir ki... Kendimden biliyorum: Onca gelişimi dizginlemek, onca yaşamsal kararı doğru vermek, gelecek için en ideal seçimleri yapmak, duygusaldan cinsele onca eğilimi dengelemek az şey miydi?
Ve kendi adıma, o ilk gençlik yıllarında gerçek anlamda politize olmamam, yani kişisel sorunlarımı ön planda tutmam ve ünlü deyimiyle “gençliğimi yaşamam”, hele sonradan bana öylesine büyük bir lütuf olarak gözüktü ki... Nasılsa bunun için bol vaktim olacaktı. Ve de oldu. O güzelim yıllarımda siyasete bulaşmamak sayesinde...
Hele, bir de o yaşta “seçilmek?” Ve milletin vekili olmak? Siyaset denen o kaynayan kazanın içine tüm yaşamı öteleyerek dalmak?
Daha eğitimini tamamlamadan... Askerlik denen o çok öğretici ve mutlaka paylaşılması gereken saydığım deneyimi yaşamadan? Hangi kafa bunu düşünüp önerdi, yasanın içine koydu?
Bunun nedeni, söylendiği gibi ekabir yönetici sınıfının çocuklarını askerlikten kurtarma çabası mı? Yoksa o yaşta, kaçınılmaz biçimde öfkesi burnunda olacak gençleri Meclis'e sokup kavgacı, eylemci bir hazır güç yaratma niyeti mi?
Benzer bir şey, o hazır sokak gücü olarak düşünülen sözümona sivil eylem hazırlığı. Başındaki zatın ağzından kaçırdığı gibi ‘silahı’ da olacak ve gerektiğinde sokağa fırlayıp vuruşacak bir grup. Sanki yıllar sonra nazilerin sokak milisleri geri dönüyor. Allah korusun!..
Ama asıl değinmek istediğim, basının durumu ve konumu. Geçen Aralık’ta 50. yıldönümümü kendimce kutladığım basın hayatımda dönüp dolaşıp bu noktaya gelmek ne acı!.. Bunca demokrasi çabasından, bunca baskı ve işkenceden, o acıyla anımsanan asma, kesme, hapsetme, dış ülkelere kaçmak zorunda bırakılıp vatanından koparılma hikâyesinden sonra, gelinen nokta bu mu olmalıydı? Askeri darbe sonrası dönemleri bile rahmetle hatırlamamız mı gerekirdi?
İçerdeki gazeteci sayısını tam olarak kimse bilmiyor. Ama birkaç yüze çıktığı söyleniyor, yazılıyor. Dün Cumhuriyet'te son dönemde en keyifle okuduğum yazarlardan biri olan Aydın Engin “Ey okur... Kanıksadık mı?” başlıklı yazısında bu soruyu soruyordu kamuoyuna...
Başta gazetenin her gün inatla baş sayfada ve manşet-üstü vermeyi sürdürdüğü kendi yazarları. 4 aydır yargılanmadan hapis tutulan Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadir Gürsel, Musa Kart, Turhan Günay, Önder Çelik, Güray Öz, Hakan Kara, Bülent Utku, M. Kemal Güngör. Ve iki ayını aşan Ahmet Şık.
Ve sayısız başkaları. Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç, Mümtaz’er Türköne, Ahmet Turan Alkan, Mehmet-Ahmet Altan kardeşler, Murat Aksoy. Hepsi okumayı özlediğim yazarlar.
Yine özlediğim ve uzun süredir yurt dışında olan Can Dündar. Sapına dek sinemasever dostum, nerede olduğunu bile bilmediğim Yavuz Baydar. Ve daha niceleri.
En son çifte pasaportlu Türk-Alman gazeteci Deniz Yücel’in tutuklanması, başta Almanya tüm Batı’da büyük tepkiyle karşılandı. Ve bizi AB’den biraz daha uzaklaştırdı. Umarım nedenleri buna değiyordur. Hiç sanmıyorum ama...
Ve en son basının ‘amiral gemisi’ Hürriyet’in üzerinde yaratılan yeni baskı. Bu önemli yayın organının iktidarın en yüksek katından başlayan bir saldırıya uğraması, 81 yaşındaki Aydın Doğan için, uzun zamandır tepesinde Damokles’ın kılıcı gibi tutulan POAŞ davasının hemen torbadan çıkarılıp yeniden gündeme konulmasıyla birlikte, ‘zorla getirme’ kararı alınması.
Bu elbette adaletin gereğidir ve kararı alan mahkemenin sayın Cumhurbaşkanı'nın yol gösteren sözlerinden etkilendiği akla bile getirilmemelidir!...
Ama bugünler de geçecek. Umalım ki bu en doğal yoldan, yani önümüzderi referandumdan çıkacak olan 'HAYIR' sonucuyla olsun... İnşallah öyle olur.
Ama ne olursa olsun, bu son dönemde yazılan o güzel ve cesur yazılar basın tarihimize geçecek, kitaplarda toplanacak. Diyelim ki Hasan Cemal’in en son Aydın Doğan’a mektubu. Ya da Taha Akyol’dan Ahmet Hakan’a, Melih Aşık’tan Mehmet Tezkan’a, Emre Kongar’dan Ali Sirmen’e, Bekir Coşkun’dan Necati Doğru’ya, Uğur Dündar’dan Yılmaz Özdil’e, Oya Baydar’dan Murat Belge’ye, Baskın Oran’dan Özgür Mumcu’ya ve daha birçok isme gazeteci yazıları hiç unutulmayacak. Ne demişler: Sel gider, kum kalır...