GERÇEĞİN İKİ YÜZÜ (The Last Face) X ½ Yönetmen: Sean Penn Senaryo: Erin Dignam Görüntü: Barry Ackroyd Müzik: Hans Zimmer Oyuncular: Javier Bardem, Charlize Theron, Adele Exarchopoulos, Jared Harris, Jean Reno, Denise Newman Amerikan film |
Yaklaşık bir yıl önce, 2016 Cannes festivalinin son günlerinde gördük bu filmi...Beklentilerimiz büyüktü; başarılı ve Oscar’lı oyuncu Sean Penn’in 1991’de İndian Runner’la başlayan yönetmenlik macerasının The Crossing Guard- Tehlikeli Bekleyiş, The Pledge- Salgın, İnto the Wild- Özgürlük Yolu’ndan sonraki beşinci uzun filmiydi. Arada kısa filmler ve 11 Eylül filminin skeçlerinden biri olduğu halde...Ve sonuncusundan tam 9 yıl sonra gelen...
Ayrıca kadrosunda İspanyol Javier Bardem, Güney Afrikalı Charlize Theron, Fransa’dan deneyimli Jean Reno ile gencecik Adele Exarchopoulos gibi ünlü adlar da vardı.
Ama sonuç tam bir fiyasko oldu. Cannes tarihinin gördüğü en büyüğü... Daha ilk dakikalarda başlayan ıslıklar, filmden sonraki yuhalamalar. Ve eleştirmenler yıldız tablosunda tüm zamanların en düşük notu: 4 üzerinden sadece 0.2 puanla!...
Penn bu kez politik bir film yapmak ve Afrika’da hüküm süren savaş, kıyım, yoksulluk ve sefaleti anlatmak istemişti. Ünlü Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünden Latin kökenli Miguel Leon ve bir uluslararası yardım örgütünün kadın yöneticisi Wren Petersen, Afrika’nın Liberya denen yoksul ülkesinin başkenti Monrovia’da buluşurlar.
Sierra Leone’ye komşu olan ülkede bir devrim olmuş ve sayısız insan ölmüş ya da yaralanmıştır. İki kahramanımız bu duruma yardım etmeye çalışırken, ateşli bir aşk yaşayacaklardır.
Filmin Cannes’da hemen fark edilen temel kusuru son derece sıradan bir senaryonun sürekli aşkı işleyen, yıldız parıltısını öne çıkaran çıkaran ve arka planda olup bitenleri sadece bir fon olarak gösteren sorumsuz yaklaşımı oldu. Tam o sıralarda Penn ve Theron’un gerçek bir ilişki yaşamaları da işe tuz-biber ekti. Ve ikili, ama özellikle Penn ağır biçimde eleştirildi.
Ayrıca o yalama olmuş, yalapşap deyişler, alabildiğine klişe sözler. Hem de öyle-böyle değil.... Örneğin hemen tümüyle hatırlama (flash-back’ler) ile oluşan hikayenin hemen başında Wren şöyle diyor:
“Böylesine bir savaş ülkesinde mutluluğu bulabilir miydim?”. Dakka bir, gol bir!...
Ardından “Savaşın şiddeti ancak bir erkekle kadın arasındaki şiddetle kıyaslanabilir”. Wren’den bir deyiş: “Bedenime girmen, beni tanıdığını göstermez”. Ya da şu: “Savaş olmasaydı, Biz de olmayacaktık!”.
Ve bu arada deneyimli doktorun (ki Jean Reno oynuyor) adı da Mr. Love. Yani Bay Aşk. Ve elbette ağzından dökülen tüm inciler aşk üzerine...Bakar mısınız?
Arkadaki tüm o büyük insan acılarını bir aşk öyküsüne meze yapmak... İnsanlık tarihinin en büyük dramlarını yaşamış ve hala yaşayan Kara Kıta’nın insanlarına en küçük bir ilgiyle, sevgiyle yaklaşmadan, onların içinden hiçbirini biraz ön plana çıkarıp tanıtarak bir karaktere dönüştürmeden...Sadece ezilen, dayak yiyen, savaşan, çığlık atan ve ölen birer figüran gibi göstermek...
Bu elbette beceriksizliği de aşan, her açıdan sorumsuz bir tutumdu. Ve Cannes’ da müthiş tepki çekti. Filmin bunca geç gösterilmesi, sanırım o skandalın biraz unutulması umuduyla bağlantılı.
Belki o festivalde filme gösterilen tepki biraz abartıldı. Belki bu denli nefreti hak etmiyordu. Ama bu, kötü bir film olduğu gerçeğini değiştirmez. Kendi adıma, unutmayı seçtiğim filmlerden biri oldu.
Ayrıca filmin hatırlattığı bir şey önemli: Ünlü olmak kolay değil. Hep bir sorumluluk taşımayı ve yapılan her şeye dikkat etmeyi gerektiriyor. Bunu en çok Penn öğrenmiş olmalı.
YARIN: SAPLANTI