Cannes 2015’in özellikle benim için ilginç filmlerinden biri, Ermeni kökenli yönetmen Robert Guediguian’ın son filmi Une Histoire de Fou- Bir Deli Hikayesi oldu. Cannes’ın özel gösterilerde kullanılan Soixantieme-Altmışıncı salonunda (festivalin 60. yıldönümünde yapıldığı için öyle ad konmuş) yapılan özel gösteride, Fransa’daki Ermeni cemaatlerinin önde gelenleriyle birlikte izlediğim film, Kasım 2015’de tüm dünyada gösterime çıkacak. Ve sanırım kendisinden çok söz ettirecek. Ben izlenimlerimi şimdiden yazayım dedim.
1953 Marsilya doğumlu Guediguian, eşi oyuncu Ariane Ascaride’le birlikte Fransa’daki Ermeni sanatçıların başında geliyor. 1981’de başlayan uzun ve hayli parlak bir kariyeri var. Doğrudan doğruya Ermeni sorunlarına değinen Ermenistan’a Yolculuk ve Suç Ordusu filmleri var. Ben ikincisi dolayısıyla 2009’da Paris’e gidip, onunla Sabah’ta yayınlanan bir özel söyleşi de yapmıştım.
Guediguian hiçbir zaman aşırı bir milliyetçi olmadı. Şöyle diyor: “Ben hep dendiği gibi enternasyonalci idim, komünisttim. Kimlik sorunları bana hep önemsiz gözüktü. Ama 90’lardan itibaren ulusal kimlikler ön plana çıktı. Hele Fransa’da…Ve ben adım ‘Gedikyan’ olduğu ve Ermeni olduğum için, bu konulara eğilmenin sorumluluğunu yüklendim”.
Filmi iki yıl öncesinde tasarlamış. Ama soykırımın 100. yılı’na denk getirmek için ertelemiş. Filmde önce 1921 yılının Berlin’inde Talat Paşa’ya yapılan suikastı ve onun cadde ortasında öldürülmesini izliyoruz. Sonra da Ermeni suikastçı Soghomon Thelirian’ın yargılanmasını…Cinayet ortadadır, Thelirian da bunu yadsımaz. Ama şöyle der: “Evet, suçluyum. Ama sorumlu değilim. Hatta yaptığımdan mutluyum”.
Ama ardından işin ardındaki ‘insanlık suçu’nu, öldürülen –bir iddiaya göre- bir buçuk milyon ırkdaşının dramını anlatır ve yaptığının bir tür görev olduğunu öyler. Ve mahkeme, açık suça karşın onu aklar!...
Bu tarihi olaydan sonra, Ermeni sorunu uzun süre unutulur. Yeni bir dünya savaşına doğru giden ve onu yaşayan bir dünyada, kimsenin eskilere eğilecek hali yoktur.
Ama 70’lerden itibaren olay hatırlanır. Ve art arda Türklere karşı suikastler serisi başlar: 1979 yılında Paris’te Türk büyükelçisinin öldürülmesiyle birlikte…Bu ilk suikastte bisikletiyle elçilik arabasının hemen arkasına gelip durmak zorunda kalan sade vatandaş Gilles Tessier, ölümden döner ve iki bacağını yitirir. Ve sonrasında, adıını bile duymadığı Ermeni konusu üzerine eğilir, okuyup öğrenir.
Sonra kader onu arabasına bombayı koyan koyan Ermeni militan Aram ve ailesiyle, özellikle de annesi Anuş’la karşılaştırır. Ve iki ‘düşman’ tanışıp dost olurlar. Öte yandan, ASALA denen örgütün eylemleri gemi azıya alır. Orly havaalanında, Madrid’de, Cenevre’de…Bu olaylarda birçok masumun ölmesi dünya kamuoyunun tepkisini çeker. Ve olayların gidişi değişir.
Guediguian senaryosu için gerçek bir olaydan, 1981 Madrid suikastinde sakat kalan Jose Gurriaran’dan ve onun bundan yola çıkıp yazdığı Bomba adlı kitaptan yararlanmış. Film doğrudan soykırımı göstermiyor. Yönetmen şöyle diyor: “Bir soykırım anlatılamaz, film konusu olamaz. Ben baştaki Berlin bölümünde siyasal tabanı gösterdim. Gerisi bu olayın başlattığı sürece katılan bir avuç insanın öyküsüdür”.
Filmin özelikle bizim için en ilginç yanı, ASALA denen bir dönemin büyük terror örgütünün yapısını ve mantığını çok iyi vermesi. “Masum kurbanlar hep olacak. Bu kaçınılmaz” diyen acımasız lider Vrej’in temsil ettiği zihniyetle, insan hayatına daha saygılı bir bakışın çelişkisi. Filmde barış yanlısı Ermeni baba (ünlü oyuncu Simon Abkarian), biraz daha sert duran anne (Ariane Ascaride) ve sonradan onlara katılan, yaşı gereği atılgan oğulları Aram, bu daha mantıklı yanı temsil ediyor.
Vrej filmin bir yerinde şöyle diyor: “Jenosid bizi çıldırttı. Biz artık onunla varız. Ve sanki ceset dağlarından doğmuşuz”. Karargahını Lübnan’ın başkenti Beyrut’a taşıyan ASALA’da görev alan Aram ve yakın dostu Vahe, zaman içinde işin ulaştığı boyutları görünce ürkmeye başlıyorlar. Artık çete içindeki kavga, bir büyük ideolojik tartışmadan ölümcül bir savaşıma dönüşmüştür. Bu da giderek kanlı iç hesaplaşmalara yol açacaktır. .
Film çabucak ‘Türk düşmanı’ yaftası vurulacak filmlerden değil. Tersine, bir tür barış mesajı veriyor. Öncelikle Guediguian örgütün gerçek içyüzünü ve acımasızlığını en açık biçimde gösteriyor, tüm o kör terorizmin yarattığı masum kurbanları gayet iyi belirtiyor. Finalde filmi “Bu filmi Türk dostlarıma adıyorum” diye bitiren sanatçı, Türklerin olayı tanımasının önemine eğiniyor. “Bağışlama? Unutma? Elbette. Yeter ki bunu bizden talep ediniz” diyor.
Ayrıca hikaye çok güzel kurulmuş. Siyaset ve ideolojinin ön planında üç aşk hikayesi, nefretin önünde sevgi var. Bir yandan ana-babanın küllenmemiş aşkı. Öte yandan, Aram’ın örgüt içinde tanıdığı, kavga çıkınca liderin yanında kalmayı seçen, ama hemen sonrasında pişman olan kız militanla ilişkisi. Ve en ilginci, sakat kalan Fransız’ın artık onca sevdiği nişanlısını görmek bile istememesi. Ve de ayni Fransız’ın giderek Aram’ın annesiyle kurduğu dostluk…
Dedim ya, çok ilgiye değer bir film bu. Kasım ayını zor bekleyeceğiz. Elbette Türkiye’nin artık bu filmi izleyecek kadar olgun olduğu düşüncesinin yerleştiğini varsayarak…..