Festivalin kabaca yarısına geldik. Ve görebildiğimiz kadar filmi tükettik: yıllardır olduğu gibi, tutkunun verdiği o enerji ve açlıkla...Bu ilk haftanın yeni keştettiğim filmlerine topluca bakalım isterseniz...
Açılışta gösterilen Küba filmi Hal ve Gidiş, açılış filmlerinin geleneksel uçarı ve popüler olması niteliklerine uygun muydu? Çok emin değilim. Ama çağdaş Havana’dan bu içburucu kesit, özellikle çocuk oyuncularının da katkısıyla etkileyici olabiliyordu.
Ustalardan Rus yönetmeni Andrei Konchalovski’nin Postacının Beyaz Geceleri, Maria’nın Aşıkları filminin yönetmeninden beklenen film değilse de, onun kamerasını bu kez bir belgesel titizliğiyle ülkesinin yoksul ve unutulmuş insanlarına çevirmesi yine de takdire şayan bir çaba sayılmalıydı..
Bir başka ustanın, İtalyan sinemasının temel direklerinden Ermanno Olmi’nin Herşey Yeniden Yeşerecek’i ise ilk dünya savaşına biraz didaktik ve tiyatrovari biçimde göz atan, ama savaş-karşıdı mesajını güçlü biçimde veren bir film olarak saygımızı kazandı.
Amerikan sinemasına göz atarsak...David Gordon Green imzalı Manglehorn, tek bir büyük oyuncuya dayalı filmlerin en iyi bir örneğiydi. Ve yaşlı çilingir Al Pacino’nun kayıp büyük aşkının bitmeyen matemini sürdürürken yaşadıkları, gerçekten de büyük bir insanlık draınına dönüşebiliyordu.
Yine ABD’den gelen J. C. Chandor imzalı A Most Violent Year (adı henüz konmayı bekleyen bir film!), yaman bir toplum eleştirisi ve ayni zamanda kara film örneğiydi. 1981 yılının tümüyle yasadışılığa teslim olmuş New York’unda ve Latin kökenli göçmenlerin de dahil olduğu film, tipik bir polisiyeyle sanki antik bir trajedinin karışımı gibiydi. Etkileyici dozda bir karışım!...
Amerikan bağımsızı, son derece yetenekli saydığım Noel Baumbach’ın yeni filmi, yine henüz Türkçe adı konmamış While We’re Young da en iyiler arasındaydı. New York’lu WASP çiftin kendi yaşıtları ve daha genç bir çiftle.yaşadıkları, son derece keskin bir komedi ve bir toplumsal tasvire dönüşüyor, eğlendirirken en ciddi biçimde düşündürüyordu: Amerikan Rüyası’nın son halleri üzerine...
Bir diğer yetenekli Amerikalı, Paul Thomas Anderson ise çok iddialı, dolayısıyla tavsiye listemin önlerinde yer alan Gizli Kusur’la büyük şok yarattı. En azından bende, ama sanırım birçok kişide...Bu tuhaf ve itici roman uyarlaması için, şimdilik gelecek eleştirimden bir cümle vereyim: “Tatsız-tuzsuz bir dev şaka, zevksiz bir bulmaca”.
Amerikan bağımsızlarından gelen belki en iyi film, yazar-yönetmen-oyuncu, kuşkusuz yeni dahilerden Shawn Christensen’in Ben Ölmeden Önce filmi oldu. Hayatı dibe vurmuş, intihar peşindeki genç adamla sanki birden başına düşen 10 yaşlarındaki kız yeğeninin öyküsü, çağdaş bir Leon olmayı aşan, hüzünlü olduğu kadar ironik bir insanlık durumu hikayesiydi.
Bataklık, en iyi biçimiyle Aglo-sakson damgalı kara-film türünün bir İspanyol şubesiydi. Ve yönetmeni Alberto Rodriguez, Endülüs dekoru önünde bir seri cinayeti soruşturan iki polisin öyküsünü bizlere soluk soluğa izletiyordu.
Festivalin bize Issız Topraklar başlığı altında tüm filmleriyle tanıttığı, aslında hiç bilmediğimiz Arjantin yönetmeni Lisandro Alonso’nun sadece ilk filmiÖzgürlük’ü izleyebildim. Ve vahşi ormanda yalnız yaşayan oduncunun belgesel kıvamındaki öyküsüne, doğanın kıstırdığı insan teması içinde, yer yer kararlı kamera hareketleriyle can veren yönetmeni çok ilginç buldum. Diğer filmlerini de izlemeye çalışacağım.
Buraya hemen bir Norveç filmini katmak istiyorum. Çünkü ana teması Özgürlük’e çok benziyor. Ole Giaever imzalı Doğada Tek Başına da tam bir sürprizdi. Mutsuz evliliğinden doğanın hoş, ama ayni zamanda tehlikeli yanlarına sığınarak kaçmaya çalışan kahramanın öyküsü, bir domestik dramı doğayla harman etmesiyle hayli özgün sayılabılirdi.
Aç Kalpler de sıkı sürprizlerden biri oldu. İtalyan Saverio Costanzo’nun yeni bebek sahibi olan çiftin öyküsüne verdiği klinik ve psikolojik ağırlık son derece etkileyicdi. Ve film, sinemalarda izlediğimiz İkinci Bir Şans’la birleşerek, genç ana-babalara verdiği belki ürpertici, ama gerekli dersle gözden kaçacak gibi değildi.
İngiliz sinemasının yaratıcı ustası Peter Greenaway’in klasik sinemanın büyük öncülerinden, Rus dahisi Eisenstein’a eğildiği Eisenstein Meksika’da filmine ise farklı açılardan bakılabilirdi. Beklendiği gibi hiçbir biçimde klasik biyografiye uymayan film, sanatçının bir yandan yaratış sürecine, öte yandan (eş)cinselliğine getirdiği cüretkar yaklaşımla özellikle has sinemaverlerin ilgisini çekebiliyor, ama bu konularda gerçekten dürüst ve yansız olduğuna inandıramıyordu.
Bir başka İngiliz filmi, Matthew Marcus imzalı Onur da bence en iyilerden biriydi. 80’lerdeki Thatcher döneminde emekçi sınıfının, özellikle de maden işçilerinin ezilmesi sürecinde, yeni kurulan Gay ve Lezbiyenlere Destek derneğinin işçilerin yanında yer almasıyla birlikte kopan fırtınayı ve çıkan çatışmayı işleyen film, sonuç olarak adına hoşgörü toplumu dediğimiz ve birtürlü gerçekleştiremediğimiz düş yolunda atılan son derece sempatik bir dev adım, bir büyük çığlık olarak hayranlığımızı çekti.
Alman sinemasından en çok beklenen film, Barbara ile gönüllerimizi fetheden Christian Petzold’un yeni filmi Yüzündeki Sır da düşkırıklığı yaratmadı. Bu şaşırtıcı ikinci savaş ve hemen sonrası öyküsü, son derece özgün ve dramatik hikayesini (toplama kampları soslu bir tutku öyküsü) etkileyici biçimde anlatıyordu.
Bir diğer çağdaş Alman ustası, Oliver Hirchbiegel ise Hitler’e Suikast’de gerçek bir suikast olayının içyüzünü sağlam ve ödünsüz bir sinemayla veriyordu. Yakın tarihe ve Nazi suçlarına ürpertici ve öğretici bir yaklaşım...
Ve işte festivalin ilk yarısından bir Yıldız Tablosu:
A MOST VİOLENT YEAR X X X X
ONUR X X X X
TAKSİ X X X X
YÜZÜNDEKİ SIR X X X X
BEN ÖLMEDEN ÖNCE X X X X
WHİLE WE’RE YOUNG X X X X
MANGLEHORN X X X X
AÇ KALPLER X X X X
VİCTORİA X X X X
DOĞADA TEK BAŞINA X X X
ÖZGÜRLÜK X X X
HERŞEY YENİDEN YEŞERECEK X X X
BATAKLIK X X X
HİTLER’E SUİKAST X X X
45 YIL X X X
POSTACININ BEYAZ GÜVERCİNİ X X
HAL VE GİDİŞ X X
MAHKEME X X
EİSENSTEİN MEKSiKA’DA X X
GİZLİ KUSUR X
Not: Dün çıkan Rosewater eleştirimin sonunda oyuncuları andığım bölüm, benim hatam olarak yazıya.girmedi. Bu bölümü eklemek istiyorum:
“Baba Bahari’de değerli oyuncumuz Haluk Bilginer’in, dertli annede 24 dizisinin hala unutamadığımız oyuncusu Shohreh Aghdasloo’nun, Meryem’de ise yükselen İran kökenli uluslararası oyuncu Goldshifteh Farahani’nin dikkat çektikleri filmde bir Türk daha var: Atilla Salih Yücel. 1978 doğumlu Yücel, 2008’lerden beri ABD ve İngiltere’de çekilmiş birçok ilginç filmde birinci asistanlık yapmış. Ayrıca oyunculuk ve yapımcılığı da var. Bu festivaldeki Al Pacino filmi Manglehorn’da da birinci asistan olan Yücel, bakalım ne zaman yönetmenliğe geçecek!”...