Ölümler nasıl çoğaldı, nasıl hız kazandı...Dur-durak bilmeden sürüyor. Özellikle de sanat dünyamızdan acı haber üstüne acı haber geliyor.
Son aylarda örneğin Ayşen Gruda gitti: Ertem Eğilmez dünyasının eşi bulunmaz Domates Güzeli. Ki onu burada (yani T24’de) kısa da olsa bir yazıyla anabilmiştim.
Ardından Yavuz Özkan hayatı terk etti. Düşüncemi soran bir gazeteye özetle şöyle demiştim:
“Yavuz Özkan sinemamızın has solcularından biriydi. Ayrıca belki gerçekten işçi sınıfından gelen başlıca yönetmeni. Daha 20’li yaşlarında maden işçiliği yapmış, sonradan önce tiyatro, sonra sinemaya bulaşmıştı. İlk filmi Yarış’la (1975) dikkatimizi çektiğini hatırlıyorum. Ama asıl ardından gelen Maden ve Demiryolu’yla gerçekten emeğe dönük ve açıkça solcu filmler orta koymuştu. O sınıfsal kavga yıllarında ve 80 ihtilalini getirecek hayhuy içinde, bu filmlerin Yılmaz Güney filmleriyle kol kola nasıl etkili olduklarını da hatırlıyorum. Özellikle Maden sinemamızın en önemli yüz filminden biridir.
Yavuz askeri müdahaleden sonra yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Ve ancak yıllar sonra dönebildi.1987’den sonra artık biraz daha yatışmış, daha sakin bir bakışla ve belki Fransa’da geçirdiği zamanın etkisiyle, daha ‘Avrupai’ filmler üretmeye koyuldu. Yağmur Kaçakları’ndan Umut Yarına Kaldı’ya, Film Bitti’den Ateş Üstünde Yürümek’e, İki Kadın’dan Bir Sonbahar Hikayesi’ne, Yengeç Sepeti’nden Hayal Kurma Oyunları’na, Bir Kadının Anatomi’sinden Bir Erkeğin Anatomisi’ne...Hepsi belli düzeyde, her biri farklı bir arayışı içinde saygın filmlerdi. Ama sanki açık politik mesajlardan yoksunluk onlara yaramamıştı.
Yavuz son derece mütevazi bir insandı. Son yıllarda ne SİYAD’dan, ne de İKSV İstanbul Festivali’nden gelen onur ödülü önerilerini kabul etmedi. En son festival adına geçen yıl arayıp rica etmiştim. “Düşüneceğim” dedi, ama sonuç yine olumsuzdu. Aynı inadı gösteren Şerif Gören’e sonunda ödülünü verdik, ama o almadı. Böylesine bir inatçılık ve ilkeli olma tavrı beni hep şaşırtmıştır. Ama bu onun ayrılmaz bir özelliğiydi.
Hastalığı hiç bilinmiyordu, bu yüzden ani ölümü tam bir şok oldu. Ne denir, Allah rahmet eylesin”.
Bu kadarını yazdım. Ama aslında Yavuz için söylenecek ve söyleyebileceğim o kadar çok şey var ki...Ruhu şad olsun.
Sıra Yalçın Gülhan’a gelmişti. Ahmet Gülhan’ın onun kadar yetenekli olmasa da çalışkan, sempatik oyuncu kardeşi. Pek tanımazdım, ama geçerken anmak istedim. Sevenlerinin hayli çok olduğunu da fark ettim.
Ağustos’la birlikte işler hızlandı. Ve sevgili Umur Bugay’ı da yitirdik. Yine Ertem Eğilmez/Arzu Film ekolünün verimli, yaratıcı yazarı. Gençliğimizde efsanevi Devekuşu Kabare’nin birçok metnini imzaladığı kadar, Hababam Sınıfı serisini, Kemal Sunal filmlerinin başta Kapıcılar Kıralı/ Çöpçüler Kıral ikilisi en iyi örneklerini, Bizimkiler’den Yazlıkçılar’a birçok dönemin en popüler TV dizilerini yazan adam. Ne diyeyim, onu da hep rahmetle, minnetle anacağız.
Bu arada daha özel ölümler olmuştu. Sevgili Galatasaraylı sınıf arkadaşım, ilkokuldan başlayarak yıllarca birlikte yürüdüğümüz Pars Baran da gitmişti. Hepsi doğanın en asil yaratıklarının adını taşıyan kardeşleri vardı: Aslan, Kurt, Ceylan... Cenazede iki hanımefendiyle tanıştım: Eşi Filiz ve kız kardeşi Ceylan hanımlar...Filiz hanım bana eşini de andığım son anılar kitabımı okuduğunu söyleyince kızardım. Ve onca yıl sonra ve böylesine acılı koşullarda da olsa, gerçek bir ‘lady’ olan Ceylan hanımla tanışmaktan onur duydum.
Ve de Hakkı Martı. Ankara doğumlu, Işık Lisesi mezunu idi. Hürriyet’de gazeteciliğe başlayıp sonra Günaydın ve Milliyet’e geçen, sonra yine Hürriyet’e dönüp kariyerini orada noktalayan Hakkı’yı ben çok geç geç tanımıştım: Ancak son bir-iki yılda gelip bizim ENKA’daki briç partilerine katıldığında ve kendine özgü bir oyun tarzıyla bizi şaşırttığında....
Ama sonrası gerçekten dramatik, hatta trajikti. Hakkı üst üste eşini ve de kızını beklenmedik hastalıklardan yitirdi. Bu ölümlerin acısı, ondaki kalp zafiyetini tetiklemişti. Ve bu onu alıp götürdü. Cenazesi tam bir matem töreni töreni gibiydi. Son dönemde tanık olduğum en acıklı yaşam öyküsü..Oğlunun metanetine de hayran oldum.
Ama büyük söylememeli. Kader karşımıza öylesine acılı bir hikâye getirdi ki… Elbette Cüneyt Cebenoyan’ın korkunç akıbetini kastediyorum. Yıllardır Birgün gazetesinde seçkin film eleştirileri yazan Cüneyt, daha 1994 yılında, terör belasına yakalanmış bir Türkiye’de, İstanbul’un ortasındaki The Marmara oteline bırakılmış bir bombanın tesadüfen hedefi olan iki kişiden birinin Yasemin Cebenoyan olmasının acısını yaşadı. Ablası olan Yasemin hanım oracıkta ölmüştü. Yanı başındaki Onat Kutlar’ın ölümüyse günler sonra olacaktı.
Ama kader bununla yetinmedi. 20. yılı yeni anılan meşum 1999 depreminde Cüneyt hem ana-babasını, hem de küçük oğlunu yitirdi. Hem de onları bizzat yolladığı Yalova’daki bir sitenin, kim bilir hangi Allah’sız müteahhidin yaptığı, hemen yerle bir olan evlerinin altında...
Cüneyt yine de kendini toparladı. Eşi Ayşegül’ün büyük desteğiyle. Ve yeni bir yavruya kavuşarak... Sinemaya farklı, özgün, kişisel bir açıdan bakıyordu. Ve ayrıca gelmeye başladığı Sinema Ortak Aşkımız buluşmalarında da karşılaşıp konuşuyorduk.
Ama kaderin onunla oyunu bitmemişti. 5 Ağustos günü Konya yolunda arabasıyla giderken bir başka arabaya çarptı. Ve hemen orada öldü. Yanı başındaki Ayşegül hanımın sağ-salim çıkması tek teselliydi.
İşte size tümüyle acıyla yoğrulmuş bir kaderin, trajediye bulanmış bir hayatın dökümü. Başka ne denir, bilmiyorum...
Ve işte bir başka olay. Çok sevgili bir dostun geçirdiği acı günler. Sadi Çilingir şu anda Şişli Memorial Hastanesi’nde bilinçsiz olarak yatıyor. Aslında asıl hasta olan eşi Elif’ti. Ve Sadi bey çeşitli sorunları olan eşine kol-kanat geriyordu.
Oysa şimdi o sürekli kocasının başında. Onca seveniyle birlikte...
Ne oldu? Sadi bey yaklaşık on yıl önce bir kalp ameliyatı geçirmiş. Son günlerde ağrı-sızı derken hastaneye götürülmüş, acele anjiyoya almışlar. Ama sonra kalbi durmuş, on dakika kadar sonra hayata dönüş yapmış. Hâlâ yoğun bakımda: girilemez, görülemez...
O arada doktorlar ‘beyin dondurma’ lafını etmişler. Bu bir tür ‘vücudu ralantiye almak’ demekmiş. Sonuç kabaca 70 saat içinde belli olurmuş. Sadi beyde bu sonuç, Allah bozmasın, iyi gözüküyor. Tüm organlar eninde-sonunda iyileşirmiş. Sorun beyinde bir hasar olasılığı sadece...İnşallah öyle olmaz..
Ve ben Sadi’yi ne kadar sevdiğimi düşünüyorum. Nasıl sevmeyeyim? Bana o da o denli sevgi gösterdi ki...
İşte tek bir örnek...
1990 yılı. Sinemacılıkta büyük bunalım var. En çok da yeni açılan TV kanalları yüzünden... Kimse sinemaya gitmiyor... Bunun için yabancı sermaye işe karışmış. Ve filmleri bir ya da iki yıl geç getiren yerli ithalciler yerine, kendi filmlerini doğrudan piyasaya verecek şirketler kuruyor. Önce Warner Bros, sonra UİP. Hâlâ var olduğu gibi...
Kimileri bu duruma karşı çıkıyor: yerli sinema piyasası yabancıların eline geçecek diye... Bense naçizane bunun, yani önemli filmlerin dünyayla aynı anda gösterime çıkmasının sinemacılığa büyük ivme kazandıracağını ve bunun sonunda bizim filmlere de yarayacağını düşünüyorum. Ve bu konuda başkalarının yanı sıra rahmetli Onat Kutlar’la da atışıyoruz. Çünkü o tam tersini düşünüyor. Ama sırası gelince en yakın dostlar bile farklı düşünür ve tartışmaz mı?..
Tam o sırada sevgili Sadi Cumhuriyet’e bir mektup yolluyor. Ve gazete bunu basıyor; Türk Sineması ve Atilla Dorsay başlığıyla... İşte bir bölümü:
“75. Yılında Türk Sineması isimli panelde Atilla Dorsay’ın yapmış olduğu konuşma nedeniyle Türk sineması çevresinde bir fırtına koptu. Gazetenizde bu konuda okuyucu ve dinleyicinin hassasiyetini gösteren yazılar çıktı. Ben de toplantıda bulunan bir kişi olarak yazmak lüzumunu hissettim.
Önce Dorsay’ın savunmaya ihtiyacı olmadığını belirtiyorum. Panelde konuşan sinemacıları (Ali Özgentürk, Ömer Kavur. Türkan Şoray) özellikle eleştirilerim haricinde tutuyorum. Onat Kutlar ise süresinin çoğunu Dorsay’ın Türk sinemasını küçümsediği’- ki okuyucu böyle olmadığını bilir- şeklinde saptama yaparak doldurdu.
Ben bir seyirci olarak Dorsay’ın ‘gitmeyin’ dediği filme de giderim. Ama ‘gidin’ demişse, iki elim kanda olsa da giderim. ( ) Dorsay’a ne hakla Türk sinemasının düşmanıymış gibi, salonlarda Türk sinemasını istemeyen bir kişiymiş gibi saldırıda bulunuluyor? En karamsar zamanlarda -batan gemiyi önce terk edenler misali- salon sahipleri salonlarını garaj, pasaj yaptılar. Yapımcılar, yönetmenler, oyuncular reklam filmi, video filmi çekmeye daldılar. SESAM başkanı hala film ithal ediyor.
Şimdi çıkmış, o günkü durumu seks filmi, karate filmi ile geçirip kapanmaya direnen bir avuç salonun yüzde 25’ine el atmaya, dublajı yasaklatmaya kalkıyorsunuz. Bu iş zorla olmaz. Örneği ortada: Yapın Uçurtmayı Vurmasınlar gibi güzel filmler, salonlar ardına kadar size açılır”.
Bu yazının tümünü ve Onat’ın yanıtını -inşallah yazabilirsem- bu tür tartışmaları içeren bir diğer anılar kitabımda vermeye çalışacağım. Ama o zamanlar tanışmadığımız Çilingir’in beni savunmasına bakar mısınız? Bu adamı nasıl sevmeyeyim!..
Sadi sonradan (2005 yılında) sadibey.com adlı sinema sitesini kurdu. O gün bugündür sürekli yazar, çizer; o sitede tüm sinema olaylarını, oynayacak tüm filmleri duyurur; basın gösterimi haberlerini verir. Ona artık Sadibey dememiz, benim onu görünce “İşte Muhtar geldi!” demem bundandır!...
Evet, işte böyle. Onca gidenler gitti. Ki onlara son dakikada Cumhuriyet yazarı Ali Sirmen’in eşi, eski dost ve değerli dava insanı Mine Sirmen de eklendi.
Şimdi umarım ki Allah bize Sadi’yi bağışlar. Tüm sinemaseverlere, ama öncelikle başta Elif hanım tüm ailesine...New York’ta yaşayan, Türkiye’yi ziyaretten sonra oraya dönen, ama bu durum ortaya çıkınca palas-pandıras geri gelen oğlu Can ve eşi Emine’ye de...Ki Emine hanımın annesi ‘kaynana’ Eser Bayar’la birlikte hastaneden ayrılmıyorlar...