SON KALAN
(Lone Survivor)
Yönetim ve senaryo: Peter Berg
Görüntü: Tobias A. Schliessler/
Müzik: Explosions in the Sky (grup), Steve Jablonsky
Oyuncular: Mark Wahlberg, Taylor Kitsch, Emile Hirsch, Ben Foster, Eric Bana, Yusuf Azami, Ali Suliman, Alexander Ludwig
Yapım: Amerikan filmi
Son Kalan geliyor ve adına savaş filmi dediğimiz türde yüreklerimizi çarptıran, soluğumuzu kesen, bizi gerçekten savaş cehenemine alıp götüren fiziksel varlığıyla bir anıt gibi yükseliyor. Önce bunu saptayalım, bu sinemanın özelliklerini kavrayalım. Sonra da temel (ve ideolojik) eleştirilerimizi sıraya koyalım.
Film ABD’nin Afganistan’da sonu belli olmayan ve asla kazanamayacağı (nitekim de kazanmadığı) bir savaşa atıldığı 2005’lerde geçiyor. Marcus Luttrel komutasındaki takım, önde gelen Taliban lideri Ahmet Şah’ı yakalamak ya da yok etmek misyonuyla göreve çıkmış, bir Afgan köyünün yakınlarına inmiştir. Şah ve adamlarına onları vuracak mesafede mevzilenmişlerdir, ama duruma göre yeni komut almaları gerekmektedir. Ancak o yüksek tepelerde iletişim bir sorundur.
Üstelik önce bir keçi sürüsü, ardından da peyda olan çobanlar onları müşkül durumda bırakır. Telsizlerden de ses gelmez olur. Aralarında çocuklar da bulunan çobanları öldürmekse, ahlaki bir tartışmaya yol açar. Komutanın isteği galip gelir ve Afganlar serbest bırakılır. Bunun hemen ardından Taliban’ın peşlerine düşüreceği kesindir. Nitekim öyle olur ve zirvede bir ölüm-kalım savaşı başlar.
Bizzat Marcus Luttrel’in yazdığı anı kitabından uyarlanan ve gerçeklere büyük ölçüde uyduğu varsayılabilecek hikaye, eski savaş filmlerini tozlu bir nostalji nesnesi haline koyan modern savaş filmlerinin izinden gidiyor. Coppola’nın Apocalypse Now- Kıyamet, Kubrick’in Full Metal Jacket, Stone’un Platoon- Müfreze, Spielberg’in Saving Private Ryan- Er Ryan’ı Kurtarmak filmleri ve gerisi...
Böylece senaryonun getirdiği güçlü karakterizasyon ve tipleme, büyük bir bütçenin emrine verilmiş çağdaş teknoloji ve üstün bir yönetmenlik başarısıyla birleşerek, bizi alıp o vahşi Afgan tepelerine ve oradaki bu içburucu varolma ya da yokolma savaşımına sürüklüyor. Savaş teknolojisinin ayak sürüdüğü, talihsiz aksiliklerin birbiri ardına geldiği, koskoca ABD ordusunun çaresiz kaldığı bu acıklı olay içinde, önce bize tanıtılmış ve bir ölçüde yakınlaştığımız bu genç ve cesur insanların birer birer yok olmalarını izliyoruz. Savaşın ne kadar korkunç ve zalim olduğuna dair tüm bilgilerimiz yenileniyor, inançlarımız pekişiyor. Ve film bir kez daha gerçek savaş-karşıtı sinemanın yapageldiği şeyi yapıyor: bizi de tam bir savaş düşmanı haline getiriyor.
Ama elbette o klasik aydın tavrı şu soruları sorduracaktır: öncelikle, Amerika’nın oralarda işi neydi? Dünya jandarmalığına soyunmuş bir ABD’nin geçmişte Vietnam’dan İrak’a birçok ülkede ne denli gereksiz savaşlara girdiği de hatırlandığında? Ama sormak gerekmez mi: dünyanın en güçlü ülkesi olmanın getirdiği sorumlulukla ABD, doğru veya yanlış, birçok savaşa girdi, evet. Bu da eleştirildi, hep de eleştirilmeli. Ama ayni ABD iki büyük dünya savaşına girmeseydi –ki ikisinde de geç girdi- o savaşların özetle ‘özgür dünya’ dediğimiz cephe tarafından kazanılması mümkün olacak mıydı? Ya da Bosna’daki müslüman kıyımı, ABD işin içine katılmasaydı durdurulabilecek miydi?
Elbette bunlardan bağımsız olarak yine de eleştirilecek şeyler var. Örneğin o takımdan her bir askerin ilahlaştırılması, idolleştirilmesi tavrı. Ki finalde gerçek kişilerin de uzun uzun gösterilmesiyle, tam bir törene dönüşüyor. Oysa Afganlar, ister El Kaide’nin ustaca zalim yüzlü gösterilmiş neferleri, isterse bu kez sempatik gösterilmiş barışçı halkı, birer-ikişer kurşun askerler gibi ölüp gidiyor. Tören filan olmadan...
Ama çok da haksızlık etmeyelim. En azından yaralı Marcus’a Taliban’ın korkunç öfkesini çekme pahasına yardım eden bilge köylü ve küçük oğlu, iyi çalışılmış birer tip olarak belleğimize kazınıyor. Çünkü, doğrudur, acıma hissi en soylu ve evrensel bir duygudur. Ve her halkta bulunur.
Mark Wahlberg’den Taylor Kitsch’e, Emile Hirsch’den Ben Foster’e, özlediğimiz Avustralyalı Eric Bana’dan sarışın dev Alexander Ludwig’e tüm bu erkekler takımı görevlerini çok iyi yapıyor. İnsanca davranış ve takım ruhu gibi kavramlar çerçevesinde yüceltilen Amerikan ordusu ise, komutanlık düzeyinde hayli eleştiri altına alınıyor. Özellikle savaş filmlerine ilgi duyanlar kaçırmamalı.
KIŞ MASALI X
(Winter’s Tale)
Yönetim ve senaryo: Akiva Goldsman
Görüntü: Caleb Deschanel
Müzik: Rupert Gregson-Williams, Hans Zimmer
Oyuncular: Colin Farrell, Russel Crowe, Jessica Brown Findlay, Jernnifer Connelly, William Hurt, Will Smith, Eva Marie Saint
Yapım: Warner Bros filmi.
1962 doğumlu yazar ve yapımcı Akiva Goldsman yönetmenliğe de sıvanıyor. Ve çok-satan bir kitaptan uyarladığı hikayeyi bizlere anlatmayı deniyor.
Ne yazık ki bu saygın ve ödüllü yazarın iddialı filmini övmenin ve sevmenin imkanı yok. Karşımızda öylesine çocukça ve ‘zırva’ bir masal var ki...Son dönemin Tree of Life- Hayat Ağacı, To the Wonder- Aşkın İzleri, Uzay Yolcusunun Karısı veya Sil Baştan gibi en uçuk (ve kendi adıma hiçbirini sevmediğim) fantastik soslu aşk hikayeleri bile bunun yanında başyapıt kalır.
2014’de New York’ta açılan hikaye, sonra 1895’e, oradan da 1916’ya dönüyor. Bu sıçramalar arasında, ölümsüzlük ilacını içmiş kişilerle tanışıyoruz. İrlandalı öksüz ve azılı hırsız Peter Lake (Colin Farrell), onun patronu gözüken, ama kızınca birden suratı şeytana dönüşen Soames (en kötücül haliyle zor tanınan Russell Crowe), ölmek üzere olan güzel bir genç kız (Jessica Brown Findlay). Arada Soames’ın asıl efendisi gözüken ve çabucak Lusifer (Batı dillerinde şeytan) olduğu anlaşılan Will Smith. Ve yer yer arz-ı endam eden eski şöhretler: William Hurt veya Eva Marie Saint...
Böylece kahramanların ya ölümsüz, ya da ölüm döşeğinde olduğu, beyaz bir atın sürekli kanat açıp uçtuğu, yer yer Superman havasındaki garip, tuhaf, naif ve çocuksu bir masalla karşılaşıyoruz. Aşkı fantastik soslara bulamak ve ölümsüzlüğünün altını çizmek eski bir Hollywood geleneğidir. Ama bu denli saçma-sapanını hiç görmemiştim!...