Mardin’e yıllar önce gitmiştim: Tam ne zaman, hatırlamıyorum. Bu kez, sevgili Rotary dostlarımın 2008’den beri süregelen, Rofife (Rotary Film Festivali’nın kısaltılmışı) denen dünya çapındaki kısa film etkinliklerinin ödül töreni orada yapılıyordu: Bir Mardin Rotary Kulübü olmasa da, sırf bu önemli merkezi üyelere ve dostlara tanıtmak amacıyla... Oraya uçuverdik. Dört günlük ve sonuç olarak nefes kesici bir gezi için...
Mardin Türkiye'nin büyükşehir statüsüne giren bir ili ve en kalabalık yirmi altıncı şehri. 2016 itibarıyla 800 bin kadar nüfusa sahip... Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin Dicle Bölümü'nde yer alan, güneyinde uygarlığın beşiği Mezopotamya ovasının uzandığı, Suriye ile sınır komşusu kentimiz.
Ve tarih açısından son derece zengin. Geçmişi M. Ö. 4500’lere inen, Subariler, Asuriler, Sümerler, Süryaniler gibi halkları barındırmış bir yer. Sümerler 3500’lerde yazıyı keşfeden, Gılgamış Destanı’nı yazmış bir uygarlık. Taş kabartmalarda en çok yılan motifini kullanmışlar: Çünkü yılanın deri değiştirerek yaşamını sürdürmesi reenkarnasyon denen yeniden hayata dönmenin simgesi ve bilgeliğin sembolü sayılırmış. Ne incelikler!..
Süryaniler ise bir tür Aramice lehçesi konuşan, ilk kez kitle halinde Hıristiyanlığı kabul etmiş bir başka halk. Kökenleri Nuh peygamberin büyük oğlu Sam’a dek inermiş. Birçok kez ad değiştirmişler, ama son 20 yüzyılda, yani Hıristiyanlıkla birlikte Süryani olarak çağırılmışlar. Yani onlar özetle Türk Hıristiyanları.
Böylece Mardin şehri, yüzyıllar boyu gerçek bir ırklar, dinler, diller karmasına tanık olmuş. Türkler, Kürtler, Araplar, Ezidiler, Ermeniler kendi dillerini konuşarak burada birlikte yaşamışlar. Irk ve dil farkı gibi inanç farklılığı da aralarında engel oluşturmamış. Ta ki faciaların, büyük savaşların, kıyımların ve bölünmelerin çağı 20. yüzyıla dek...
Ve bizler, üstelik bu geziyi Nihat Durak’ın ilginç filmi Kapı’yı izledikten hemen sonra yapıyoruz. Burada sözünü etmiştim, bulabilirsiniz: Bu film ülkemizin bir acı gerçeğine kendi yolu ve tarzıyla yaklaşıyor ve Doğu’daki Hristiyan-Türk azınlığı Süryanilerin özellikle 20. yüzyılda yaşadığı acıları anıyordu Günümüzde bir ölçüde değişen ve onların göç ettikleri Avrupa ülkelerinden yavaş yavaş vatanlarına dönüşlerini sağlayan durum, geçmişi tümüyle unutturmuyordu elbette... Ve bizler o filmin çekildiği mekanlarda dolaşırken ayrıca etkilendik.
Ne mekanlardı ama bunlar... Kente 20 km. uzaklıktaki ünlü Deyrül Zafaran Manastırı (birkaç farklı yazılışı var, ama bilimsel olanı galiba bu!), artık dünya çapında bir ziyaret merkeziydi. Zafaran sözcüğü en değerli baharat türü sayılan safranın bir çeşitlemesiydi. 7 yüzyıl boyunca Süryanilerin Patrikhane merkezi olan, kimileri 6. yüzyıla dek inen eski bölümler ve zengin bir el yazmalar müzesi de içeren bu görkemli yapı, modern bir giriş bölümüyle birlikte uzun bir geziyi hak ediyordu. Özellikle tavanlara dikkat: Kubbelerdeki taşlar aralarında harç olmadan birbirine kenetlenip konmuş ve geometrik biçimler içeriyor.
Sonra Kasımiye Medresesi. Hâlâ kaynağından aktığı görülebilen doğal bir su kaynağının çevresinde inşa edilmiş, geniş de bir havuz barındıran bir yapı. Bu havuz hayatı simgeliyor. Suyun ilk aktığı yer bebekliği, ikinci havuz çocukluğu, üçüncüsü gençliği, dördüncüsü yaşlılığı, suyun döküldüğü havuz ise mahşeri simgeliyor.
Binanın önünde uzun bir kuyruk halinde uzanan satış masalar var: Hepsinin başında kadınların bulunduğu ve yerel elişleri satan tezgahlar... Resimlerinin çekilmesinden pek hoşlanmayan, çoğu sanırım Kürt olan zarif hanımlar.
Ayrıca çok güzel bir Ulu Cami. Yine hayli etkileyici bir Mardin Arkeoloji Müzesi. Kentin üzerinde ufku dolduran ünlü Mardin Kalesi. Tam merkezde ise bir yıkım alanı. Ve bir tür terasta, sırtını halkına dönmüş, yapayalnız bırakılmış bir Atatürk heykeli.
Ama öğreniyoruz ki bu geçici. Çünkü çirkin birkaç yapının işgaline uğramış bir meydan o pislikten arındırılıyor. Ve orası yeniden bir kent meydanı olmaya hazırlanıyor. Ne iyi!..
Bu arada son yerel seçimde başkan seçilen Kürt bilgesi ve barış adamı sayın Ahmet Türk’ü ziyaret edip tanışmayı ve kutlamayı ne çok isterdim!.. Ama mümkün olmadı. Ona buradan başarılar diliyorum.
Ama aslolan eski Mardin... Her şeyiyle: Sokakları, evleri, çıkmazları, yokuşları, insanları ve hayvanlarıyla... O eski yapılarda, o daracık sokaklarda, o birden karşınıza çıkan nefis kapılarda ve işlemeli taşlarda bir tarih ve apayrı bir estetik yatıyor.
Burada insanlar birden kol kola girip hora tepmeye, dans etmeye başlıyorlar. Yerli-yabancı, kadın-erkek, genç-yaşlı, köylü-şehirli hiç fark etmiyor. Sanki ortak bir yaşam sevinci onları aniden birleştiriyor. Ve eylem başlıyor: en dostça, en sıcak, en barışçı ve en müzikal biçimiyle...
Sokaklarda birden karşınıza çıkan çocuklar, rengarenk donanmış atlar, eşekler... Her şey satan dükkanlar, davetkâr manzaralı kahveler. Oralarda sunulan dibek ya da mırra kahveleri, tuvaletlerdeki kekikli sabunlar... Biraz dolaşırken, her yerden gelen ikramlar sayesinde bedavadan karın doyurma şansınız!..
Ve yemekler. Yiyebildiğimiz Bağdadi veya Cercis Murat Konağı gibi lokantalarda nefis ve değişik mezeler; etin en iyi hazırlanma biçimleri. Ve hemen hepsi birer ‘şovmen’ olan emekçiler... Kafasının üzerine dolu bir rakı bardağı koyup bir eline de şişe alan garsonu mu istersiniz… Yoksa yemek kazanıyla gösteri yapan aşçıları mı?.. Süryani köftesini mi, kuzu dolmasını mı, özel tatlıları ya da kurabiyelerini mi?
Mardin’i Süryani kökenli rehberlerle gezdik. Özellikle de Bünyamin İshakoğlu’yla... Ancak elbette göremediğimiz yerler kaldı: Meryem Ana Klisesi, Altınboğa ve Savurkapı medreseleri, terk edilmiş köy Serdenli gibi.
Elbette Mardin dışında da çok şey var görecek... Biz sadece Midyat’a gidebildik ve özellikle Mor Gabriel’e hayran olduk: Ayaktaki en eski Süryani manastırı... Ama başka kiliseler, camiler, evler ve çarşısı da hayli çekiciydi.
Ayrıca yine yakınlardaki tarihsel merkez Dara; Nusaybin, Kızıltepe, Ömerli, Artuklu gibi önemli ilçeler de kaldı. Burası örneğin önümüzdeki uzun bayram tatili için hedef olabilir.