KEDİ X X X X Yönetmen: Ceyda Torun Görüntü: Alp Korfalı, Charlie Wuppermann Müzik: Kira Fontana Termite Films yapımı. |
İşte yılın sürpriz filmi. Öyle-böyle değil: her şeyiyle değişik olduğu gibi, kazandığı özel başarı da sinema tarihinde hiçbir filmle benzeşmiyor.
Kedi bir belgesel. Kediler üzerine...Ama imdb’deki hınzır (ve birkaç kez anacağım) eleştirisinde Vetiver rümuzlu Amerikalı sinemaseverin belirttiği gibi, “hayvan hakları üzerine kızgın bir Michael Moore belgeseli değil”.
Tersine, önemli mesajlarını olabilecek en yumuşak biçimde veren, adına kedi denen olağanüstü yaratığa özenle, sevgiyle ve hayranlıkla yaklaşırken, tüm bir kenti, giderek tüm bir kültürü de kavrayan özel bir film.
İstanbullu, ama okula ABD’de gitmiş, sonra New York’dan şimdi yaşadığı Los Angeles’e geçmiş Ceyda Torun’un tam öyküsünü bilmiyorum. Tanışmadım da...Ama yaptığı işin, bu ülkenin kültürünü yaşamak için seçtiği ülkenin seyircisine en uygun biçimde sunan bir çaba olduğunu düşünüyorum.
Filmin bu yüzden ABD’deki sanat sineması dağıtımı içinde gördüğü büyük ilgi anlaşılabilir. O ülkede bir Türk filminin ulaştığı en büyük seyirci kitlesine de ulaşarak...
Ceyda ve biri yabancı iki görüntü yönetmeni, İstanbul’dan seçtikleri yarım düzine kadar kedinin üzerinde yoğunlaşarak, onları örneğin kamera monte edilmiş, uzaktan kumandalı oyuncak arabalarla izleyerek, bize canlandırma dışında yapılmamış birşey sunuyorlar: karşımıza birer kişilik kazanan, birer kahramana dönüşen kediler getiriyorlar. Adlarını not edemedim, ama hepsiyle tanışmak isterdim!...
Böylece Beyoğlu’ndan Balat’a, Nişantaş’dan Samatya’ya çok değişik semtlerde yakalanmış kedilerin serencamını izliyoruz. Tekirden sarmana, pamuktan kapkaraya bir avuç kedi. En güzeliyse masmavi gözleri olanı...
İnsanı hem seven, hem ondan ürken, gururlu ve dikbaşlı, mağrur ve sokulgan, mesafeli ve müstehzi, soylu ve sokak çocuğu kediler...Hepsi birer akrobat olan, alışılmış bir eve veya sevilen bir insana ulaşmak için olmadık cambazlıklar yapan...
Hukuk dışı olan tek bir eylemleri var: Hırsızlık... Çünkü onlar batılı kediler gibi hayvan mamalarıyla değil, gerçek yiyecekle besleniyorlar. Ve bir tezgahta yatan türlü-çeşitli balıklara dayanamıyorlar. Kim dayanabilir ki!...
Film kediler kadar onlarla ilişki kuran insanları da kamera önüne getiriyor. Genelde halkın içinden kişiler. Ama avaresi, esnafı, bohemi de var. Ve onlar da bize kedilerin gizemi üzerine ilginç sözler ediyorlar.
Ve arkada tüm bir kent beliriyor. Eski evleri, sıkışık sokakları, kahve ve tezgah kültürü, sevecen ve filozof insanlarıyla semt semt yaşayan İstanbul.
Andığım Amerikalı Vetiver şöyle yazıyor: “Kedi hoş bir sürpriz olarak, hiç Amerikan olmayan bir film. Tipik elitist belgesel formüllerini bir yana itiyor. Yalnızca sevimli kedileri değil, bilmediğimiz bir Türkiye’yi de karşımıza getiriyor. İstanbul’un böylesine büyüleyici, suyla içiçe, eski Avrupa’yı andıran, ama kendine özgü bir kent olduğunu bilir miydiniz? Filmin Türk turizmine büyük katkısı olacağı kesin”.
Doğrusu, hele fonda duyulan ve Barış Manço’nun Arkadaşım Eşek’inden MFÖ’nün Peki Peki Anladık’ına, Mavi Işıklar’ın Fındık Dalları’ndan Erkin Koray’ın Deli Kadın’ına bizden seçilmiş parçaları da zevkle dinlerken, bu kültürel köprüyü daha da çok sevdim.
Hele o Eartha Kitt’in 1950’lerin başında tüm dünyaya sevdirdiği Uska-Dara (yani Üsküdara Giderken) yorumunu da dinleyince, bu keyif artıyor. Yapımcılar Amerika’da çok sevilmiş bu şarkıyı da kullanmakla çok iyi etmişler.
Son olarak Vetiver’in bir cümlesiyle bitirmek istiyorum: “Colorful, artsy, dreamy, unique -like a film version of novels by Orhan Pamuk- Renkli, sanatsal, rüya gibi ve benzersiz bir film. Bir Orhan Pamuk öyküsünün sinemaya aktarılmış hali gibi”.
BERLİN SENDROMU (Berlin Syndrome) X X Yönetmen: Cate Shortland Senaryo: Shaun Grant Görüntü: Germain McMicking Müzik: Bryony Marks Oyuncular: Theresa Palmer, Max Riemelt, Lucie Aron, Cem Tuncay Avustralya filmi |
Berlin’e bir ajans için ‘bina resimleri’ çekmeye gelmiş Avustralyalı kadın gazeteci Clare, orada gizemli bir genç adamla tanışır. Bir okulda İngilizce dersleri verdiği için bu dili mükemmel biçimde konuşan Andi.
Biraz çalkantılı bir başlangıçtan sonra, Clare kendisini Doğu Berlin’de ıssız bir evinde bulur. Dönemin Almanya’nın birleşmesinden kısa süre sonra olduğunu ve bu nedenle Doğu kesiminde hala derin bir yoksullukla birlikte, elektriklerin sık sık kesildiği konforu düşük bir yaşam olduğunu da hatırlatayım.
Ateşli bir geceden sonra Andi gider. Ama Clare kendisini o küçük dairede hapsedilmiş bulur. Ne üstüne kilitlenmiş kapıyı açabilir, ne pencerelerin kırılmaz camlarını kırabilir.
Görünürde başka kimsenin yaşamadığı binada yardım edecek komşu da yoktur. Üstelik telefonunun sim kartı da çıkarılmış değil midir?
Böylece bir aşk hikayesi gibi başlayan film giderek gerilime kayar. Clare bu garip adamın, bu yakışıklı manyağın elinden nasıl kurtulacaktır?
Film yıllar öncesinin William Wyler başyapıtı The Collector-Korkunç Koleksiyoncu ya da Rob Reiner’in Misery- Ölüm Kitabı’nı andırıyor. İkincisinde kadın ve erkeğin rolleri değişikti.
Bu temelde kapalı mekan dramı, aslında birkaç yönden ilginç. Öncelikle Andi’nin dışardaki yaşamı, okuluyla, sokak gezileriyle veriliyor. Ve karşımıza bir dönemin Berlin’inden olduğu kadar, eğitim hayatından da ilginç bir görünüm getiriliyor.
Bir nokta da, bu karanlık ilişki içinde özellikle Clare’in adama karşı uyanan ve bir tür bağlılığa dönüşen ilgisi. Zatenfilmin adı da bunu çağrıştırıyor: literatürde Stockholm Sendromu denen şey, kaçırılıp kapatılan birinin celladına tutulması demek değil mi?
Ayrıca film sanatsal biçimde çekilmiş: ralantiler (yavaşlatılmış çekimler), ışık-gölge oyunları, rüya gibi sahneler...
Tüm bunlara karşın, film yine de başarılı değil. Çünkü çok uzun, çok ağır, çok yavaş akıyor. Ve bunlara dayanmak kolay olmuyor.
YARIN: BİR NEFES ve MUMYA