Dışarı bakıyorum, sokakta kimsecikler yok... Hatta kedi, köpek bile... Oysa çıkma yasağı yok, en azından bizim gibi 'yaşlıların' dışındakilere... Ama sanki herkes evde oturmaya öylesine alışmış, kendi kendisiyle veya birkaç aile bireyiyle baş başa kalmayı o denli benimsemiş ki, dışarı adım atmaya üşeniyor. Bir genel tembellik mi; bir teslimiyet mi; bir manevi çöküş mü?
Belki her yerde aynı değil. Belki çok kalabalık kentlerin çok merkezi yerlerinde, en azından özgür saatlerde kalabalıklar oluşuyordur. Ki öyle olduğu TV haberlerinde görülüyor.
Ama bizim oraları öyle değil. Karşı sıradaki binaların önlerinde sıralanan bahçelerde, hele hayli derinliği olan, hatta bir havuzu da bulunan arazide sürekli bir hareket yok değil. Gerçi biz de, en üst katta oturmanın avantajıyla geniş terasımıza çıkmıyor değiliz. Hatta komşu terasla selamlaşıp, çay saatlerinde eşlerimizin özenle yaptığı kek ya da kurabiyeleri paylaşıyoruz.
Ama rica ederim, elbette ilgili bakanın bıkıp usanmadan her gün yinelediği gibi, üç kez art arda; "izolasyon, izolasyon, izolasyon" diyerek... Bu ve başka sözcüklerle sevgili dilimiz daha da zenginleşti: pik, pandemi, immün, droplet, entübe etmek gibi. Oysa bu sözcüklerin hepsinin gayet uygun ve bilinen Türkçe karşılıkları var; internette dolaşıp duruyor. Meraklıları kolayca bulabilir.
Neyse... Umalım ki tüm bunlar geçici olsun. Ve korkunç bir karabasan gibi geçip gitsin. Aslında evde oturmak bana o kadar da eziyet gibi gelmedi. Yapacak o kadar çok şey var ki: dolaplarda okunacak kitaplardan dinlenecek CD'lere; izlenecek DVD'lerden ekranda kaçırılmaz filmlere veya dizilere... Başlıca derdim torunlarımı görüp kucaklayamamak. Gerçi modern teknoloji sayesinde "görüntülü telefon konuşması" yapabiliyoruz. Ama yaşları bunun tam keyfini çıkarmamıza engel oluyor. Ve "acaba bizi unuturlar mı?" korkusu içimize işliyor.
Öte yandan, sıkı doslarımızla teması koruyoruz, sık sık telefonlaşıyoruz. En son sevgili Türkan Şoray'ı aradım. Sesi cıvıl cıvıldı; evden katılabildiği etkinlikleri anlattı. En çok ilgi çekeni, kızı üzerineydi. Gerçekten de Yağmur yeni bir film projesi için çaba harcıyormuş. Ve senaryo üzerinde çalışan dört-beş kişilik ekip evlerinden iletişim kurup birlikte üretiyorlarmış. İşte geleceğin ortak çalışma yöntemlerine bir örnek!..
Sizlere burada daha önce üzerinde çalıştığım yeni kitaplarımdan söz etmiştim. Biri son on yılın (201-2020 arası) Türk sineması eleştirileri. Kabaca 200'e yakın film. Ve son derece önemli ve düzeyli olanların yanı sıra, öylesine haksız yere unutulmuş olanları da var ki... Onları hatırlatmak benim için onur verici bir görev olacak.
Bir diğer kitabımsa benim Hayatımızı Değiştiren Filmler adı altında toparladığım yabancı film eleştirilerimin yeni cildi olacak, 2015-2020 arasını kapsayan... Birazcık sinefilliğiniz varsa, bu son dönemin ne kadar parlak olduğunu ve ne çok iyi film içerdiğini bilirsiniz. İşte o yazılar da elinizin altında olacak. İki kitabın da bittiğini söyleyebilirim, sunuş bölümlerinin dışında... Hemen sonrasında da anılarımın ikinci bölümüne başlıyorum, özellikle türlü-çeşitli polemiklerimi anan ve belgeleyen.
Ve de biraz dinlenmek için, ekran... Özellikle de akşam saatlerinde... Evet, belki öncelikle klasikler... Çok zengin arşivimden veya TV kanallarından... Ama emin olun, küçük ve iddiasız filmler de bazen ilaç gibi geliyor. Örneğin Dijitürk'ten...
Çok sevdiğim dizilerine son verip (hatta yeni başlayan The Plot Against America'yı bile ikinci bölümden sonra kesti!) sadece seçtiği birkaç diziyi en başından yayınlamaya başlayan şirket, Allah'tan sinemada daha cömert davranıyor. Ve hoş sürprizler sunuyor. Örneğin üç çam yarması gibi erkeğin (Wesley Snipes, Patrick Swayze, John Leguizamo) üç travestiyi oynadığı dayanılmaz To Wong Foo'ya teşekkürler. Tam bir gençlik filmi olan Londra Sokakları... Yine o kulvarda koşan Modern Hayat...
90'lardan kalma nefis kara-film Vadide İki Gün... Yine o türde çok ilginç Kod 999... Bilim-kurgu parodisi, alabildiğine alaycı Yedek Parça... Reese Witherspoon, Michael Sheen, Candice Bergen'i bir araya getiren hoş güldürü Kapımdaki Aşk... Tuhaf macera, Matt Dillon'lu Aşktan Kaçılmaz... Ya da sırf Donald Sutherland'ın inanılmaz ihtiyar kompozisyonu için bile olsa 'piromanlar' filmi Alev Kapanı-2.
Biraz ünlü yönetmenler isterseniz, Werner Herzog'un Çöl Kraliçesi veya Wim Wenders'in Derin Sular gibi filmleri var... Ya da gerçekten zirvedeki filmler: Parazit, Avengers-Endgame, Rocketman, Bulut Atlası, Bitik Şehir...
Ya da Türk filmleri... Özel yerli film kanalı son günlerde özellikle Kemal Sunal ve de Hülya Koçyiğit filmlerine ayrılmış durumda. (Akşamları ise günümüzden popüler güldürüler var.) Hepsi de onarılmış, pırıl pırıl kopyalardan...
Ve geçen gün baktım, İşte Hayat oynuyor. Atıf Yılmaz'ın 1976'da Hülya Koçyiğit, Adile Naşit ve İhsan Yüce'nin yanına, yeni başlamış olan TRT televizyonundaki sükseli programını adıyla ve de Uğur'un kendisiyle birlikte alıp çok iyi kullanan filmi. Biraz da rahmetli Umur Bugay'ın senaryosu sayesinde...
Vaktiyle çok sevip Uğur'a hoş geldin dediğim filmde (yazısı Sinemamızın Umut Yılları-1970-1980 kitabımda yer almıştı) Adile Naşit de çok şekerdi. Ve o yıl Antalya'daki jüride olan bendeniz, Adile'ye yardımcı oyuncu dalında değil, baş kadın oyuncu olarak ödül verilmesine katkıda bulunmuştum. Benimki yardımcı mıydı, yoksa baş rol mu; artık bilmiyorum!..
Bu benim için çok güzel bir anıdır. Bunca yıl sonra filmi izlerken bunları anmak çok hoş oldu. Umarım Uğur Dündar da seyretmiştir.
Yaptığım başka şeyler de var. Ama artık onlar bir başka yazıya...