Hep söylüyorum: bu iktidarın en büyük kötülüklerinden biri, insanların doğal olarak içinde yatan ve kapitalizmin ve en büyük itici gücünü oluşturan para hırsını, rant düşüncesini ve çıkarcılık içgüdüsünü en tehlikeli biçimde dürterek ortaya salması olmuştur.
Oysa insanlık tarihinin son yüzyıllardaki en önemli mücadelelerinden biri de, kapitalizmin iştahını adına ‘kamu yararı’ denen ilke uğruna törpülemek, terbiye etmek ve ehlileştirmek için verilmiştir. Elbette komünizm/sosyalizm denen ideolojilerin ekonomi alanındaki büyük dersleri ve eylemleriyle...
Şimdi ülkemizde görülen en kaba ve ilkel haliyle kapitalizme dönüşün, kendisini dinci/ İslamcı/ muhafazakar sayan bir iktidar döneminde ortaya çıkması ayrıca ilginçtir. Bunca maddiyatçılığın, kar hırsının ve rüşvet mekanizmasının bu ilkelerle ve bu tanımlamalarla ne ilgisi var?
Aslında İstanbul (giderek tüm Türkiye) gibi çoğu yerde çok kötü bir şehirleşmenin yaşandığı bir coğrafyada, adına kentsel dönüşüm denen olayın başlatılması, başlarda ilginç ve yararlı bir düşünce gibiydi. Ben de mimar ve İstanbul tutkunu kimliklerimle buna kendimce katıldım, düşünce olarak destek verdim. Zeytinburnu’ndan Sultanbeyli’ye, Armutlu’dan Reşitpaşa’ya onca çarpık yapılaşmaların, benzerleri ancak Latin Amerika veya Afrika’da görülebilecek yığılmaların çağdaş bir plancılıkla ele alınıp, kimi zaman kentlerin en değerli yörelerindeki o çirkinliklerin giderilmesine karşı çıkar mısınız?
Hatta daha eski ve daha planlı bir bölge olsa da, Tarlabaşı’nın o harabeye dönüşmüş yapılarının elden geçmesi bile hoş bir düşünceydi. Tıpkı Fener, Balat, Zeyrek vb. tarihsel kimliği olan eski semtler gibi...
Ama yapılanlar ortaya çıkmaya başladığında, umutlarımız da birer birer söndü. O güzelim tarih, sadece rant düşüncesi taşıyan merkezi veya yerel yönetimlerce en kaba biçimde yağmalanıyor, Sulukule’deki yapay ve çevreyle ilişkisiz modernlik Balat, Fener veya Süleymaniye evlerinde de ortaya çıkıyor, en kötü örneklerden biri olan Beyoğlu’nun Tarlabaşı’sı ise arkası boş fasadlardan oluşan bir operet dekoru gibi sırıtıp duruyordu. Bu tarihi bölgelerde eskiyi koruyarak yapılacak olan iyileştirme eylemi bu muydu?
Ama daha beteri de vardı. O da, kentsel dönüşümün kimi hırslı müteahhitler elinde (toplumda son on yılın devlet eliyle en çok pompalanan ve şişirilen yeni gözde mesleği!), asıl hedefi olması gereken en kötü yerleşimlere değil, zaten kentin gözbebeği olan en iyi planlanmış yerlere yönelmesi. Yani tüm bu saydığım bölgeler yerine, Bağdat Caddesi, Nişantaş, Etiler, Ulus gibi semtlere çevrilmesi.
Çünkü buralara yatırım elbette daha güvenceliydi, daha karlıydı. Gayet güzel kentleşmiş, değeri çok yüksek bu semtlerde, mülk sahiplerini son yılların ‘deprem riski’ adlı kolektif korkusunu şişirerek, mülklerinin yıkılıp yeniden yapıhmasına ikna etmek hiç zor değildi.
Bu konularda öyle çok hikaye dinledim ve dinliyorum ki...Anadolu yakasında oturan şair dostum Refk Durbaş, hem de en hasta döneminde, oturduğu binadan palas-pandıras nasıl atıldığını anlatmıştı, yazmıştım. Bir diğer dostum, gazeteci Viktor Apalaçi, Nişantaşı Abdi İpekçi caddesine musallat olan bir çeteyi ve dairesini korumak için verdiği mücadeleyi anlatıyor.
Semtte egemenliğini ilan etmiş bir büyük şirket, uygun bulduğu binalara el atıyor, bir daireyi satın alıyor. Ve sonrasında, yeni bir yönetmeliğe göre “20 yıldan eski tüm binaların deprem riski taşıdığı ve yıkılıp yenilenmesi gerektiği” yönündeki ifade uyarınca, bu yolda bir girişimi başlatıyor.
Eğer mülk sahipleri uyanık davranıp, daha önce bir bilirkişi kurulundan bınanın sağlam olduğu yönünde bir karar çıkararak bunu tapuya işletmedilerse, yapacak pek bir şey yok. Çünkü o büyük organizasyon, mutlaka binaya ‘çürük’ raporu verecek bir bilirkişi buluyor. Ve yıkım kaçınılmazlaşıyor.
Viktor dostum ve arkadaşları, şimdi binalarını korumaya çalışıyorlar: hukukun tüm imkanlarını kullanarak...Umarım başarırlar ve sıranın bir gün Maçka Palas’tan Pera Palas’a (niye olmasın?) birçok eski, ama sapasağlam yapıya da gelebileceği bu korkunç oyunu durdurabilirler.
Müteahhitlerin pervasızlığı öylesine coşkulu ki, ellerini açık etmekten de kaçınmıyorlar. İşte Milliyet’ín Popüler Ekonomi sayfalarında çıkmış bir haber (25 Aralık). Mesleğin taçsız kıralı Ali Ağaoğlu, yanına eski sevgilisi sosyete kadını Ayten Alpar ve arkadaşı inşaatçı Yeşim Şenay’ı da almış. Ve gazetenin deyişiyle “caddeye çıkmışlar”.
Cadde dedikleri, elbette Bağdat caddesi. Ayten hanım “lüks lokasyonların dışındaki projelere bakmayacağız” buyurmuş. Öyle ya. kim uğraşacak Fikirtepe, Sultanbeyli veya Küçük Armutlu’yla? O sorunlu yerlere, o fakir yuvası semtlere el atıp başını belaya sokmaya ne gerek var? Bağdat Caddesi veya Nişantaş’ın lüksü, şaşaası ve elbette hazır duran ticari kapasitesi dururken? İşte gerçek iş adamlığı veya iş kadınlığı böyle birşey olmalı...
Vallahi, her iktidar kendi iş adamını yaratıyor. Ekonomisini inşaata, sonsuz inşaata dayamış bu iktidar da bunları yaratıyor. Öncekilerin yarattığı burjuvaziyi ve iş adamlığını görmek istiyorsanız, biraz çevrenize bakın. O müzeleri, o festivalleri, o orkestraları, o konserleri, o sergileri bir düşünün...Koç’lardan Sabancı’lara, Eczacıbaşı’lardan Borusan’lara... Ve onların gerçek sanayiin ve üretimin yanısıra, sanat alanında da bizlere neler verdiklerini bir hatırlayın.
En son şu haberin de bir kez daha gösterdiği gibi: “Koç ve Sabancı’nın yeni müzeleri 2016’da açılacak” (Hürriyet, 25 Aralık). Koç’lar, Dolapdere’deki eski Otokoç binasını İngiliz tasarımcısı Kirsten Lees’in eliyle bir çağdaş sanat müzesine çevirecek. Demet Sabancı Çetindoğan ise Sütlüce’de ünlü mimar Zaha Hadid’in çizeceği Demsa Collection adlı, özelikle İslam eserlerinin sergileneceği bir yapı tasarlıyor.
İşte gerçek burjuvazi, gerçek iş adamlığı, gerçek ülke sevgisi, gerçek vatanseverlik. Tersini söyleyecek var mı?
Tüm okurlara en iyi bir yeni yıl dileklerimle...