Aslında böyle bir yazıyı CHP Kurultayı’ndan hemen önce yazacaktım. Ama ‘zorunlu tatil’ araya girince olmadı.
Ancak olay hep güncel. Hele Türkiye’nin tam anlamıyla zivanadan çıktığı, hergün olmadık haberlerin, beklenmedik gelişmelerin, insanı şaşkına çeviren karar ve uygulamaların yağmur gibi yağdığı bir ortamda, ana muhalefetin rolü öylesine önem kazanıyor ki...Ve ben bu haftalık, sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı içimde kendikendine filiz vermiş bir fidan gibi beliren duyguları anlatmaya öylesine teşneyim ki!..
Kılıçdaroğlu bana çok sevdiğim iki insanı hatırlatıyor. Elbette öncelikle ve herkesin bildiği gibi Mahatma Gandi’yi. Ki onu sayıp sevmeyen pek yoktur. Gerçi yüklendikleri tarihsel misyonlar farklı. Gandi’nin tüm bir halkı özgürlüğüne kavuşturmak gibi eşsiz bir misyonu oldu. Ama Kemal beyin şu dönemde taşıdığı misyonu da küçümsemeyin!
Ben onu ayrıca İsmet Paşa’ya da benzetiyorum. Uzun yıllar önce (60’larda) İzmir’in Büyük Efes otelinde ayni asansörde karşılaşmıştık. Nasıl heyecanlandığımı ve elini sıkmaktan nasıl onur duyduğumu unutamam. İnönü benim için hep Atatürk’ün en yakın arkadaşı, Kurtuluş Savaşı’mızın büyük kahramanı, ayrıca demokrasiye geçişimizdeki sorumlu rolüyle de çağdaş bir siyasal figür olarak kaldı.
Ve son dönemde Atatürk’ü ve dönemini zorunlu olarak yüceltirken, başta İsmet Paşa tüm sonradan gelenleri tarihe gömmek peşindeki demagojik ve inkarcı görüşlere de hiç rağbet etmedim. İsmet paşa herkes gibi hatalar yapmış olabilir. Ama tarihimize katkıları çok önemlidir ve o zor dönemlerin atlatılmasında büyük rolü olmuştur. Özetle, bu fiziksel benzerlik bile benim açımdan bir Kılıçdaroğlu sevgisinin nedenlerinden biridir.
Ama asıl olan bu değil elbette... Ben Kemal beyin şu dönemde ana muhalefet partisinin başı olarak gayet olumlu bir performans gösterdiğini düşünüyorum. Belki mükemmel değil... Çünkü yapılan birçok eleştiri doğru: kitlelere ekonomiden siyasete, dış politikadan insan haklarına, Kürt sorunundan IŞİD sorununa daha ayrıntılı politikalar sunması, her alanda daha aktif olup daha somut çözümler önermesi gerekli olabilir.
Ama bir kere, Kemal bey çok iyi bir hatip. RTE’nin hırçın, kırıcı, bölücü ve otokratik uslubuna karşı çok iyi çıkışlar yapıyor, ülkenin en azından % 50’lik (ve benim herşeye rağmen bir halkta vehmettiğim o sağduyu gereğince hergün daha da büyüdüğüne inandığım) bölümüne tercüman olan görüşler belirtiyor. Çıkışları yerinde, savunması iyi, saldırısı ise gereğince vurucu olabiliyor.
Ayrıca son kurultaydaki konuşmasından partinin vitrinine koyduğu yeni adlara, çok şeyini beğendim. Gayet demokratik davrandı, herkese söz hakkı verdi, eleştirileri kulak ardı etmedi. Gençlere şans vermesi, muhalifleri ciddiye alması, yeni politikaları müjdelemesi inandırıcıydı.
Gelelim asıl meseleye. Yani şu Ekmeleddin İhsanoğlu ve Mehmet Bekaroğlu ile partinin kabaca dindar veya ‘mütedeyyin’ denebilecek kesime el uzatmasına, kucak açmasına... Kusura bakılmasın, ama ben bunu da tuttum.
Naçizane görüşüme göre, özellikle 1989-90’larda ‘duvarın yıkılması’ ve Demir Perde dediğimiz komünist sistemin çökmesi sonucu, iki olgu ve kavram büyük önem kazandı. Biri o büyük imparatorlukların (Sovyetler, Yugoslavya) dağılmasıyla ortaya çıkan bir koyu milliyetçilik. Öbürüyse yeniden dünya sahnesinin vitrinine çıkan din ve inanç kurumu. Bunlara elbette çöken rejimin iktisadi ideolojisinin yerini tüm haşmetiyle kaplayan bir modern kapitalizm de eklenebilir.
Bu yeni çağ kurumlarından hiçbiri tümüyle masum değildir. Ve herşey bunların tarih sahnesinde edineceği yeni yerler ve rollerle bağlantılıdır. Aslında, zorba bir sosyalizmin zoraki çimentosuyla tutturulmuş farklı etnik ve dinsel grupların tümüyle bağımsız kalması kötü birşey mi?
Ama bunun Avrupa gibi görmüş-geçirmiş bir kıtada yol açtığı o korkunç etnik savaşı, tarihin son soykırımına dönüşen Sırp- Boşnak çatışmasını olumlu görmek mümkün mü?
Tarih boyunca, onca din savaşlarından, Saint Barthelemy gecesinden Holocaust’a onca kıyımdan sonra, devlet yönetimlerinden, siyasal politikalardan arındırılıp kişisel bir mesele haline getirilmesi sağlanmış din kurumunun, Türkiye’nin de katıldığı Laik Devlet idealine ulaşılmasından yıllar sonra, yeniden en aşırı haliyle ortaya çıkıp en korkuncu IŞİD olan çetelerin dayanağı haline getirilmesi onaylanabilir mi? Din, bizim güzel dinimiz bunu hak ediyor mu? El Kaide veya IŞİD’le ne ilişkimiz olabilir?
Benzer şeyler, sosyalizmin tehdidiyle insancıl bir yola girmiş gözüken kapitalizmin yeniden o korkunç hırsla, en vahşi günlerine dönmesi için de söylenebilir (Bakınız: Soma veya asansör olayı).
Ama tüm bunlar, bu kurumların, sistemlerin ve inançların olabilecek en kötü biçimiyle anlaşılıp uygulanmasından kaynaklanıyor. Herşey yine insanoğluna bağlı, onun uygulamalarına gelip dayanıyor.
Aslında din konusunda, dünyadaki gelişmelere koşut olarak, daha çağdaş bir yaklaşım şart. Geniş bir inanan kitleyi tedirgin etmeden, tersine çağdaş, hatta sol görüşlerin aslında tüm dinlerin temeliyle uyumlu yanlarını ortaya çıkararak onları çekmek... İşte çağdaş politikaların ve iktidarı amaçlayan partilerin yapması gereken önemli şeylerden biri...
Bu bağlamda, Kılıçdaroğlu’nun Ekmeleddin İhsanoğlu beyin adaylığı projesi de yerindeydi, en son Mehmed Bekaroğlu’na verdiği görev de... İkisi de, gerçek birer din adamı kimliğiyle birer bilim adamı kimliğini birleştiren, dünyaya ve hayata açık çağdaş insanlar, saygın bilgi ve deneyim ustaları. CHP’de bulunmaları bu partiye ancak onur ve saygınlık getirir.
Ayrıca Kemal beyin olaylara karşı tepkilerini de çok akıllıca buluyorum. Örneğin son kurtarılan rehineler olayında, daha haberin duyulmasıyla birlikte AKP’ye neredeyse ana-avrat düz giden (ve her yanıyla bana bir başka RTE izlenimi veren!) bir Muharrem İnce’nin yanında, genel başkan çok daha olgun davrandı. Öncelikle olayın olumlu yanını belirtti, sokaktaki adamın hislerine tercüman oldu, milletin bir parça sevinmesine izin verdi. Sade vatandaşın bukadarına bile hakkı yok mu? Ve hemen sonrasında, asıl eleştirilerini sıraladı.
Bence sadece bu olay bile Kemal beyin gerçek (ve de gerçekçi) siyaset adamı yanını ortaya koyuyor. Gerisi mutlaka gelecektir.