12 YILLIK ESARET
(12 Years Slave)
Yönetmen: Steve McQueen
Senaryo: John Ridley
Görüntü: Sean Bobbitt
Müzik: Hans Zimmer
Oyuncular: Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender, Benedict Cumberbatch, Paul Dano, Brad Pitt, Sarah Paulson, Michael K. Williams, Paul Giamatti, Alfre Woodard
Yapım: Amerikan filmi
İngiliz ve (Jamaica kökenli olduğu için) kara derili sanatçı Steve McQueen’in (ünlü aktörle hiçbir ilişkisi yok!) Amerikan tarihinin derinliklerine ve en utanç verici sayfalarını oluşturan zenci düşmanlığına dalması ilginç. Ve de şaşırtıcı.
Aslında Hunger- Açlık ve Shame- Utanç gibi iki çarpıcı filmle sinema dünyasının zirvelerine yerleşen sanatçı hep şaşırtmıyor değil. Yine de bu öykü öylesine tipik Amerikan ki... İç savaştan hemen önce, New York çevresinde özgür ve saygın bir hayat sürmekte olan Solomon Northup adlı bir zenci, ustalıkla çaldığı kemanıyla sevilip sayılan bir sanatçıdır. Bir gezginci trup tarafından Washington’da çalması için çağrılır. Ama orada bir tuzağa düşürülür, zindana atılır, sonra köle olarak satılıp çalışmak için bir çiftlikten öbürüne yollanır. Ve özgürlüğüyle birlikte kimliği, kişiliği ve tüm hayatı elinden alınır. Bu, tam 12 yıl sürecek uzun bir sefalet dönemine yol açar.
Film ABD’de büyük övgüyle karşılandı, Altın Küre’de en iyi dram filmi seçildi, Oscar’larda iddialı. Amerikalıların kendi tarihlerinin bu utanç verici dönemine ve kölelik denen insanlık suçuna eğilen filmlere hayranlıkla yaklaşması doğal. Vicdanlarını belki ancak böyle rahatlatabilirler.
Ama dışardan bakan bizler için, durum ayni değil. Bu açıdan, filmin birçok erdemini, mesajının önemini ve ana temasının yaşamsallığını takdir etsek bile, ayni hayranlığı paylaşmayabiliriz.
Öncelikle filmin çok uzun (134 dakika) ve bu uzunluk içinde fazla ağır tempolu olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca özellikle baş oyuncu için imdb sitesinde dile getirilen eleştirilere katılmamak imkansız (Her ne kadar genelde bu sitenin okur yargılarına herzaman katılmıyorsam da).
Çünkü gerçekten de, belki iyi bir oyuncu olan Chiwetel Ejiofor, bizlere o 12 yıllık esareti anlatamıyor. Özellikle hiç değişmeyen fiziğiyle...Oysa Amerikan sineması bu konuda öyle büyük başarılar yarattı ki... Oyuncular bir film için kolayca 20 kilo alıp verdiler ve bizi en iyisine alıştırdılar. imdb sitesi Cast Away’de Tom Hanks’i, The Machinist ve The Fighter’da Christian Bale’i, en son The Dallas Buyers Club’da Matthew Maconaughay’ı hatırlatıyor. Ayrıca bizzat McQueen’in Açlık filminde İrlandalı aktivist Bobby Sands’i oynayan ve bu filmin de oyuncularından Michael Fassbender anılabilir. Bizim kuşak için de elbette Raging Bull’la Robert de Niro örneği var.
Ayrıca hikayede karakter yaratma eksikliği göze çarpıyor. Özellikle kötüler, hele Edwin Epps’de Michael Fassbender (ki karısı da zalimlikte ondan aşağı kalmıyor) ve de de Tibeats’da Paul Dano, dönemin yoğun siyahi nefretiyle bile kolay açıklanamayacak, psikopatlığa erişen bir kötülük taşıyorlar.
O kargaşa içinde, bir melek geliyor. Kanadalı aktivist ve barış adamı Bass. Ve bu rolde, filmin yapımcılarından da olan Brad Pitt. Köleliğin kaldırılmasının kaçınılmaz olduğuna inanan ve bunu o katı hoşgörüsüzlük ortamında ulu-orta söylemek cesaretini gösteren bir adam. Ne yazık ki Kanadalı olması, ABD’yi bu görece teselliden de yoksun kılıyor!..
Sonuç olarak ilgiye değer bir film. Hele gerçek bir hikayeden yola çıkıldığı bilinirse...Ama övüldüğü kadar da değil. Ve bence Açlık ve Utanç filmlerinin de gerisinde kalan...
FRANKENSTEİN: ÖLÜMSÜZLERİN SAVAŞI
(I, Frankenstein)
Yönetim ve senaryo: Stuart Beattie
Görüntü: Ross Emery
Müzik: Reinhold Heil, Johnny Klimek
Oyuncular: Aaron Heckhart, Bill Nighy, Miranda Otto, Jai Courtney, Socratis Otto, Aden Young
Yapım: Amerikan filmi
Mary Shelley’in klasik romanının kimbilir kaçıncı uyarlaması. Ama bu kez çizgi-roman esprisinde ve özel efekt egemenliğinde.
Shelley 19. yüzyılın başlarında romanını yazdığında gitgide temposu yükselen br endüstri çağı başlamış, art arda gelen yeni keşifler ve bilimsel buluşlar insanoğluna yeni ufuklar açar olmuştu. Yeni, ama ayni ölçüde belirsizlikler, hatta tehlikelerle dolu ufuklar.
Kadın romancı da bu zengin hayal ürünü romanında, tüm bunları özümseyen bir öykü yaratmıştı: insan bedeni parçalarını birleştirip yeni bir insan yaratmak, böylece Tanrı’nın rolüne soyunmak isteyen bir bilim adamı. Yarattığı adama bir de ruh verip veremeyeceği ise, yapıtın felsefi ana teması olarak kalıyordu.
Kevin Grioux’nun ayni adlı çağdaş çizgi-romanı elbette bu temalarla ilgilenmiyor. Onun yaklaşımı daha çocukça ve yüzeysel. Öncelikle o gizemli ‘yaradılış’ serüveni yok!...Frankenstein dünyaya gelmiştir, adı artık Adam’dır (yani tüm dinlerdeki ilk insan), ölümsüzdür. Ve kötülük timsali zorba Naberius’a karşı savaşacaktır.
Ortaçağ’ın karanlığında açılan film, birden günümüze sıçrar. Ama gösterilen Orta Avrupa kenti (Londra? Prag? Köln?), merkezindeki devasa ve ürkünç katedralin çevresinde o eski çağlardan daha az ürkünç ve sefil değildir!..
Sonra dünyayı paylaşmak için yüzyıllardır savaşan iki klan ortaya çıkar. Özet Türkçe adlarıyla ‘çörtenler’ ve ‘iblisler’. Ve ürkünç süper-adamımız, elbette ‘iyilerin’ yanında yerini alır.
Koyu bir fantastik ve Frankenstein hayranı ve de sinemanın 1931’deki James Whale süper-klasiğinden başlayarak yapılan Terence Fisher, Roger Corman, Kenneth Branagh veya Tim Burton imzalı uyarlamaların tümünü de bağrına basmış bir sinefil olarak, bu filme de merakla gittim.
Ama bulduğum özünden sıyrılmış, çizgi-roman estetiğine ve özel efekt hovardalığına teslim olmuş bir yorum oldu. Bill Nighy, Miranda Otto gibi oyuncuların çok iyi kullanılmış fiziği, Aaron Eckhart’ın içburucu canavarı ve kimi efektlerin başarısı, asıl hatayı saklayamıyor: böylesine bir klasiğe bir yeni-yetme mantığıyla yaklaşmak...Ve o dur-durak bilmez tempo içinde Mary Shelley’in dokunduğu ölümsüzlük, yaradış, insan-Tanrı ilişkisi vb. temalarla hiç ilgilenmemek...
Ortaya çıkan da elbette korkusuz çocuklar ve hala çocuk kalmış büyükler için bir film oluyor. İlgilenirseniz...