Güney Kore sinemasanın ünlü ismi, 1990’lardan beri yaptığı Oldboy, Lady Vengeance, Thirst- Susuzluk, Stoker gibi hepsi farklı filmlerle çok değişik türleri deneyen ve hepsine damgasını vurmayı başaran Park Chan-Wook, yarışmadaki son filmi Mademoiselle (Korece adı: Agassi, İngilizcesi ise The Handmaiden) yine şaşırtı.
Aslında bir İngiliz kadın yazarının 19. yüzyıl İngiltere’sinde geçen romanını 1930’ların Kore’sine taşımış yönetmen. Şöyle diyor: “O yılların Kore’sindeki sınıfsal ilişkiler de İngiltere’ye çok benziyordu.”
Evet, ama bir İngiliz yönetmenin elinde tipik bir Jane Austen uyarlaması izlenimi verecek olan hikaye, Koreli yönetmenin elinde herşeyiyle farklı bir filme dönüşmüş. Estetiğinden cinselliğine, toplumsal gözlemlerden hikayenin yapısına...
Böylece temelde bir aşk üçgeni izliyoruz. Kore’nin Japonya’nın bir tür kolonisi olduğu yıllar. Koreli bir genç kadın, Sookee zengin Japon kadını Hideko’nun yanında hizmetçi olarak işe başlar Ama aslında işin içinde bir iş vardır.
Çünkü Sookee daha önceden tanıdığı üçkağıtçı bir adamın elinde oyuncaktır. Ve adamın niyeti, bir Japon soylusu kimliğine girip Hideko’yu tavlamak ve parasına konmaktır. Ama bu plan söylesine sürprizlere gebedir ki...
Film herhangi bir batılı yönetmenin olası filminden son derece farklı biçimde gelişiyor. Öncelikle hikâyenin yapısı çok değişik biçimde kurulmuş. Öylesine ki, entrikanın gizleri ortaya çıktıkça, kimi bölümler yeniden gösteriliyor: Yeni öğrendiklerimizin ışığında yeni anlamlar kazandıkları için... Ancak bu yöntemin hele o kültürü bilmeyen seyircinin kafasını iyice karıştırdığını ve izlenmeyi hayli zorlaştırdığını söylemek gerek...
Öte yandan, filmin estetiği de çok farklı, görselliği de. Ve elbette yönetmenin cinselliğe yaklaşımı da... Hikâyenin tam göbeğinde bulunan o lezbiyen ilişki hem çok cesur, hem de çok estetik anlatımıyla seyirciyi sanki büyülüyor. Geçmişte 'Tehlikeli İlişkiler’den 'Mavi En Sıcak Renktir’e bu tür filmleri kanıksamış olan Cannes’da bile şok yaratmayı başaran bir film desem; yeterli mi?
Bu incelikli ve oyuncaklı film genel-geçer seyirciyi nasıl etkiler ya da ödül listesine sızar mı, bilemem. Ama Kore ve daha genelde uzakdoğu kültürünün bu parlak yansımasına ilgisiz kalmak da mümkün gözükmüyor...
Cannes Festivali Amerikan sinemasının en gösterişli filmlerini genelde özel programlarda ve yarışma dışı olarak sunarken, yarışmaya da daha çok Amerikan bağımsızlarından gelen sanatsal örnekleri seçer. İşte üst üste gösterilen iki film de bunu çok iyi örnekledi.
Biri bağımsızların kralı denebilecek Jim Jarmusch’un son filmi olan Paterson. 1980’lerde başlayan kariyerinde 18 kadar filmle kendisine önemli bir yer edinen bu alabildiğine özgün ve yaratıcı yönetmen, sessizliğini Paterson’la bozdu. Paterson adli küçük kasabada yaşayan ve adını da oradan alan bir otobüs şoförünün öyküsü bu... Hafif geri zekalı, dalgın ve hayalci, sürekli bir deftere şiir dediği en basit gözlemleri yazıp duran bir saf ruh.
Karısıysa sürekli evi duvarlara bizzat çizdiği resimler ve yine. Kendi eliyle boyadığı perdelerle dekore edip duran bir diğer temiz ruh. Onun derdi gitar çalmasını öğrenip ilerde bir country şarkıcısı olabilmek!......
Film bu sakin yaşam içindeki küçük olaylardan ve gündelik tablolardan oluşuyor. Ve çiftin yaşamının bir haftası sunuluyor. Fondaysa özellikle taşradan görülmüş sanat ve yaratma sorunları var, Bu hoş ve sevimli film, özellikle finalde gelip katılan bir Japon oyuncusu aracılığıyla bir ölçüde bir kültürlerarası diyaloga da dönüşüyor. Baş oyuncular, ikisi de yükselmekte olan Adam Driver ve İran kökenli Golshiftah Farahani filmi baştan sona sürüklüyorlur.
Bir diğer Amerikan filmi American Honey- Amerikan Balı adını taşıyor. Kadın yönetmen Andrea Arnold bize tipik bir ‘road movie- yol filmi’ sunmuş. Daha 18 yaşında olduğu halde iki çocuk sahibi olmuş gencecik bir kız, karşılaştığı bir gençler grubuna katılmak için her şeyi geride bırakıyor. Ve çeşitli malları taşrada pazarlamak için bir otobüsle yola çıkan bir çılgın ekibin başındaki satış elemanı Jake ile de çok karmaşık bir ilişkiye giriyor.
ABD ortabatı yöresini baştan sona kateden film, aslında hayli çekici biçimde başlıyor. İyi ve enerjik bir kadro, Shia Laboeuf ve Sasha Lane’in başını çektiği oyuncular... Ama yönetmen filmini nedense aşırı uzatmış. Bu yıl Cannes’da bol görülen aşırı uzun filmler sendromunun en tuhaf örneği. Ve film 2 saat 40 dakikalık süresiyle başa çıkamıyor ve insanın içine baygınlık geliyor. Ve filmin ilk yarıdaki başarısına yazık oluyor.