Pandemi günlerinde sığındığımız başlıca yerlerden biri, elbette eşsiz Boğaziçi, onun kıyıları ve iki yanda, özellikle de Rumeli yakasındaki görkemli parkları oldu. Tüm bunların önemli bir var olma nedenini burada anayım. 1960 asker darbesinden sonra özellikle büyük İstanbul aşığı Çelik Gülersoy'un dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren'le kurduğu ilişki sayesinde bir Boğaziçi'ni Koruma Yasası çıkarılmış ve bu eşsiz su yolu, giderek artan ve artacak olan yapılaşmadan ve müteahhit hırsından korunmuştu. Öylesine ki bunun zirveye çıktığı ve adeta bir büyük çılgınlık halini aldığı günümüzde bile Boğaz doğal yapısını bir ölçüde koruyor, o ilahi güzelliğine hâlâ sahip bulunuyor.
Elbette bu konuda anılması gereken başkaları da var. Özellikle de gelip geçen belediye başkanları. Bir dönemin bu görevi valilere bırakan kuralları içinde yine de Lütfi Kırdar, Fahrettin Kerim Gökay gibi isimler hatırlanmalı. 1958'den itibaren başlayan ayrı başkanlık statüsü döneminde de yine kolay unutulmayacak isimler oldu. Ancak 1960 devriminin kendine özgü koşulları içinde çoğu görevde az kalan ve kimseye doğru-dürüst fırsat vermeyen başkanlar gelip geçti.
İlk hatırlanan Haşim İşçan olmalı; ilk kez dört yıl iş görebilen CHP'li başkanımız... Ardından gelenler arasında benim en çok andıklarım Fahri Atabey, Ahmet İsvan, Aytekin Kotil olmuştur.
Ve 1984'den itibaren, başlayan ve makamı biraz yücelten büyükşehir belediye başkanları dönemi. Yine bir yarı-askeri yönetimin koşulları içinde Bedrettin Dalan, Nurettin Sözen, Ali Müfit Gürtuna, Kadir Topbaş bu kente katkıları olmuş kişilerdir. Arada kısa bir Mevlüt Uysal. Ve de Ekrem İmamoğlu. Tartışmalı bir dönemden sonra seçilmesi kesinlik kazanan, 17 Nisan 2019'da galip geldiği seçimde makamına ancak 27 Haziran'da oturabilen başkanımız... Onun o günden beri kente yaptığı katkılar tüm diğerlerini şimdiden aşmış gözüküyor.
Pandemi günlerinde Boğaz'a sık sık indik. Arabamızı park edebileceğimiz bir yer bulur bulmaz durmak suretiyle... Kah Kuruçeşme'de, kah Arnavutköy'de, kah Bebek veya Rumelihisar sahilinde... Ve de bol bol yürüdük. Yürümenin bizim gibi 'ev mahkûmu' kuşak için hem fiziksel, hem psikolojik açıdan yararları saymakla bitmez. Ayrıca Boğaziçi'nin belirttiğim gibi belli ölçüde koruduğu güzelliğini ve tarihsel kimliğini de görme fırsatı oluyor.
Ya da kimi anılar tazeleniyor. Örneğin Bebek Otel'in önünden geçerken orada kim bilir kaç akşam sevgili Adalet Ağaoğlu'yla buluşmalarımızı anmamak mümkün mü? Ya da Rumelihisar'ın önünde, oranın bir amanlar açık hava konserleri veya tiyatro oyunları için nasıl büyüleyici bir mekan olduğunu akla getirmemek, orada izlediğimiz Enrico Macias'dan Jeanne Moreau'ya efsanevi yabancı sanatçıları anmamak kolay mı? Bizden de çok sanatçı orada konser vermişti: Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Nilüfer, Neşe Ertaç, Zülfü Livaneli, İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses, Sibel Can gibi ulusal değerlerimiz... Ki orası da 2009 tarihinde içine dikilen bir küçük cami nedeniyle tüm sanatsal etkinliklere kapanmıştı.
Ama son gidişimde bu kez başka bir yer seçtik: Emirgan Parkı. Bu yakadaki Yıldız Parkı'yla birlikte gidip saatler boyu nefes alınacak, doğanın tüm renklerine (ki mevsimine göre değişirler) tanık olunacak, içinde saatler boyu bırakınız yorulmayı, farkında bile olmadan yürünebilecek bir yer. Hele bizim gibi tam 'lale mevsimi'ne denk gelirseniz...
Böylece o parkta unutulmaz iki saat geçirdik. Mor, mavi, sarı, kırmızı renkleriyle uzanıp giden lale tarlaları... İrili-ufaklı göller-göletler... Klasikle modern arasında gidip gelen heykeller... Değişik boylarda küçük şelaleler... O harika Sarı Köşk ve Beyaz Köşk (ne yazık ki ikisi de kapalıydı)... Özenle korunmuş, kimileri modern heykelleri andıran ağaçlar... Uçup duran kuşlar... Küçük köprücükler... Ve yer yer oturup dinlenme imkanları...
Tüm bunlar gözümüzü-gönlümüzü doldurdu. Ve oradan geldiğimizden çok daha enerjik, tatmin olmuş, dahası belli bir iyimserlik kazanmış insanlar olarak çıktık. Değişik güzelikleri olan Yıldız Parkı ile birlikte tüm doğaseverlere tavsiye olunur...
Ve ben özellikle o gün şöyle düşündüm: Bu kenti, hatta bu ülkeyi yönetenler tüm bu güzelliklere aşina değiller. Bunları ne gençliklerinde tatmışlar, ne de şimdi vakitleri var... İstanbul öylesine bir kent ki, insanı birçok açıdan doyurmaya, birçok açık veya kapalı duygusuna seslenmeye, önünüzde ufuklar açmaya hazır ve nazır... En başta estetik, yani güzellik duygusu olmak üzere...
Aynı ölçüde tarih merakınıza, doğa ve yeşil sevdanıza, gezip görme ve yeni şeyler keşfetme içgüdünüze de hitap eden ve gerekli karşılıkları veren bir büyülü kent, bir masal diyarı burası... Tüm bunlardan habersiz bir cemaatin bu kenti (ve tekrar edeyim: bu ülkeyi) yönetmesi ne kadar zor olmalı... Ya da, herhalde, imkansız...
İstanbul yazıları 1 | Beyoğlu: Sinemaların değil, ama sinema müzelerinin merkezi