Aslında haftada üç gün yazdığım bu değerli sitede daha seçici olmak, daha güzel şeyler yazmak, daha çağdaş konulara dalmak isterdim. Kış Uykusu’nun Oscar adayımız olarak seçilmesi... Alfred Hitchcock’un ölümünden tam 34 yıl sonra hala sapasağlam ayakta olması... Hayatına neredeyse intihar denebilecek biçimde son vermiş büyük oyuncu Philip Seymour Hoffman’ın vasiyet-filmiyle sinemalarımıza gelmesi... Ne güzel yazılara yol açabilir!..
Ama hayır!..
Ülkeyi adeta esir almış, kendi kişisel gündemini tüm bir halkın gündemi haline getirmeyi başarmış, her türlü hatasını, yanlışını ve burada adlandırmak istemediğim eksikliklerini, ‘saldırı en iyi savunmadır’ zihniyetine sığınarak, bir laf salatası, bir belagat şelalesi, bir konuşma şehveti ve bir bölücülük siyaseti içinde saklamak ve unutturmak isteyen bir zihniyet, üstelik daha bilmem kaç yıl için ülkenin en yüksek makamına çıkmak, Çankaya’ya yerleşmek için çırpınıyor.
Ve bu uğurda kopardığı yapay fırtınalar içinde, sayısız kesime, sayısız inanç ve iman sahibine, birçok mesleğe, sayılamayacak kadar çok kişi ve kuruma sürekli saldırıyor. Görünümü sanki yel değirmenlerine saldıran bir Don Kişot edası... Ama hala inananları var, yandaşları var. Bir futbol kulübü tutar gibi, akıl ve mantıkla değil, hatta onlara tümüyle sırt çevirerek, duygusal yönden yakaladığı, en hassas yanlarına seslenmeyi becerdiği, kendisini gerçek koruyucu ve kurtarıcı diye kabul ettirdiği büyük bir kitle var.
O zaman, işimiz zor. Halkın bir bölümünü de olsa, karşımıza alamayız ki... Gerçek demokratsak, kitlenin dediği, çoğunluğun seçtiği olacak. Bizim hiçbir çıkarın peşine takılmadan, hiçbir önyargıya kapılmadan, hiçbir ideolojinin körükörüne bağımlısı olmadan, sadece sahip olduğumuz (ama sanırım sağlam biçimde sahip olduğumuz) kendimize göre vatanseverliğimiz, kendimize göre insancıllığımız, kendimize göre milliyetçiliğimiz, kendimize göre demokratlığımız, kendimize göre aydınlığımız adeta çığlık çığlığa bağırıyor:
Eyy ahali...
Bu adama kanmayın... Bu adama inanmayın... Bir dönemde biz de bir parça inanır gibi olmuş, en azından ‘bunu da bir deneyelim’ demiş ve belli bir hoşgörüyle olaya yaklaşmıştık. Ama eğer bu bir hataysa (ki öyleydi) aynı hatayı yazısız yazar-çizer dostumuz da işledi.
Hatta dünya da işledi. Bir dönemde onu imkânsız gözüken sentezlerin, düşünülemez consensus’ların, yaşamsal misyonların adamı olarak görenler oldu. Ortadoğu’da barış için yansız bir hakem olabileceğine, İslam’la demokrasiyi ideal biçimde birleştirebileceğine inananlar oldu. Yahudi kongresinin nişanından zırt pırt telefon eden bir Obama’ya, çağrıldığı dünya liderleri zirvelerinden Davos toplantılarına...
Ama herkes, hepsi uyandı. Bugün telefonuna çıkan herhangi bir dünya lideri, çağrıldığı önemli bir toplantı var mı? Onu övmek için kapağına taşıyan bir yabancı dergi kaç zamandır yok? Hangi ülkeyle dost, hangi liderle sıcak bir tebessümü ya da zekice bir espriyi paylaşıyor?
Bırakınız yabancıları, ülkede çeşitli yöntemlerle ayaklandırdığı kalabalıklar dışında, kim onu tutuyor, destekliyor? Hangi kültür adamı, hangi ciddi köşe yazarı, hangi ünlü gazeteci, hangi gerçek sanatçı onun yanında gözüküyor? Zirvede hep yalnız olunur, doğrudur. Ama uzaktaki dostlarla teselli bulunur. Burada hangi uzaktaki dost kaldı?
Ve işin çapı günden güne düştü düşüyor. Hergün ve her fırsatta birilerini haşlıyor, küçümsüyor, hakaret ediyor, hatta küfrediyor. Düşman gördüğü herkesi ırkı, dili ve inancıyla etiketleyiveriyor. Ve böylece nasıl bölücü olduğunun, ülkeyi nasıl hergün biraz daha parçaladığının sanki farkında olmuyor. Yoksa pekala oluyor mu?
Hayatımda hiç ülkem için bu kadar üzülmedim. Siyasetin gidişinden bu denli tedirgin olmadım. 50’lerdeki Demokrat Parti tecrübesinden beri neler, neler görüp geçirdiğim halde... Allah sonumuzu hayreylesin.
Mahvettiği şeyler arasında insanoğlunun en güzel hasletleri, en soylu erdemleri var. Alçakgönüllük, tevazu, hoşgörü, empati, anlayış ve mizah duygusu var. Sanat sevgisi, kültür koruyuculuğu, mahviyetkarlık var.
Elbette bu birazcık gerçek bir demokrasi olsa, rakiplerine asgari bir saygı zorunluluğu var. Ama nerede? İlk başlarda İslami kökenleri nedeniyle dil uzatamadığı Ekmeleddin beye karşı nasıl ağzını bozdu!.. ”Senin her yerin profesör olsa ne yazar” dedi. “İstiklal marşını öğren de gel” dedi. “Monşerde sigortalar attı!” dedi...“Yav dedik, bizim ilişkilerimizi bozuyorsun. Ama tabii oradaki koltuğu bırakır mı? Para iyi, bırakılır mı?” dedi. En son da üç dil bildiğine değinerek “Siz tercüman mı arıyorsunuz yahu?”diye sordu.
Tüm bu sözlerdeki seviyesizlik öylesine ortada ki, yazmak gereksiz!.. Her şey bir yana, bir insanı, bir siyasal rakibi profesör olduğu, üç dil bildiği, birzamanlar İslam aleminden bir onur madalyası aldığı için eleştirmek nasıl bir şey?
Eyy Erdoğan, ben de üç dil biliyorum: Fransızca, İngilizce ve İtalyanca. Bana da kızacak, beni de topa tutacak mısın? :Biz yıllardır bilim adamlarımız çoğalsın, gençlerimiz daha çok dil öğrensin diye eğitim seferberliği ilan etmedik mi? Sen de biraz dil bilsen fena mı olurdu? Tamam, ‘van minut’ diyerek bir dönemde sempati bile topladın. Ama kimbilir kaç toplantıda, kaç telefon konuşmasınada araya tercüman girmeden kimseyle konuşup anlaşamadın? Bunun acısını mı çıkarıyorsun?
Aslında saldırdığın konularda çok komplekslisin, belli. Her saldırın kendinde hissettiğin bir eksik yanla ilişkili. Köşelerde nasıl İstiklal Marşı’nı yanlış okuduğun, nasıl Zeytindağı’nın yazarını karıştırdığın vb. şeyler yazılıp duruyor. İhsanoğlu’nu para canlısı gibi sunman, acaba ‘herkesi kendisi gibi bilir’ deyişini hatırlatmıyor mu? Onun müslüman ülkelerden aldığı ve kimsenin de geri istemeyi aklına bile getirmediği nişanı diline dolaman, senin nasılsa aldığın ve geri vermek zorunda bırakıldığın nişanın acısından olmasın?
Ayrıca hiçbir özel toplantıda, hiçbir kültürel-sanatsal etkinlikte, hiçbir yakın dostlar arası sohbette huzur bulamıyorsun. Seni ancak karşına alıp bir hoca ya da vaiz edasıyla ahkâm kestiğin kalabalıklar tatmin ediyor. Ne tuhaf!...
Ve dilimizi de yanlış kullanıyorsun. Örneğin en son iddialı, artistik ve pahalıya çıkan Maltepe mitinginde (ki bana garip biçimde Mussolini’nin İtalya’da faşizmin çöküşünden hemen önce organize ettiği dev mitingleri hatırlattı), duygu sömürünü zirveye çıkarma gayreti içinde söylediğin şu söze bak: “Doğduğum bu şehirde vefat etmek, bu şehirde defnedilmek en büyük vasiyetimdir”.
Biz elbette nezaketi elimizden bırakmayıp “Allah gecinden versin” diyeceğiz. Ama yine de şu vefat üzerinde biraz duralım. Türkçe’de öyle sözcükler vardır ki, insan ancak başkaları için söyler. Vefat etti, ancak üçüncü bir kişi için, saygı gösterisi olarak kullanılır.
Öyle olmasaydı... Onca Türk filminde, onca Yeşilçam melodramında sabrı tükenmiş kişiler ‘ölmek istiyorum’ diyeceklerine ‘vefat etmek istiyorum” deselerdi...Ya da zaman zaman hayatın dertleri içinde bunalmış gerçek kişiler, bir ağacın tepesinden, bir apartımanın sekizinci katından ya da Boğaz köprüsünden atlamak üzereyken “bırakın beni, vefat edeceğim” deselerdi...
Ne komik olurdu, bu dramatik durumlar nasıl güldürüye dönüşürdü... Kusura bakma, ama senin Maltepe vaazın da bu etkiyi yaptı!...
İşte seçim öncesi son politik yazım. Son dönemde basında RTE fenomenine karşı halkı uyarmaya çalışan yüzlerce, binlerce yazıdan kim bilir kaçıncısı... Bir küçük etkimiz olmuş mu, çok yakında göreceğiz.