O kadar yoğunken, yeni kitabımı tanıtmaya çalışıp sayıları artan iyi filmleri de kaçırmamaya çalışırken, birden eşimin ısrarıyla sevgili Mutfak Dostları'mızın son etkinliğine katıldık. Ve geçenlerde bir hafta sonu, Trakya'da hayli yoğun, kesinlikle yorucu, ama aynı ölçüde bizi doyuran (her anlamda doyuran!) bir geziye gittik.
Muftak Dostları Derneği'nin kurucu üyelerindenim. Nasıl olmayayım ki... 1980'lerde Cumhuriyet gazetesinde Ağız Tadıyla adını taşıyan bir haftalık sütun açıp en önemli restoranları en ünlü yemekleriyle tanıtan bendim. En çok o yıllardaki tercüman-rehberlik etkinliğim sayesinde öğrendiğim... Hiç unutmam, gazetenin mütevazı koşullarla yaşayan sadık okurları birden eyleme geçmişler, "bizim gazetemiz o lüks lokanta övgülerini, o yanına bile yaklaşamayacağımız yemekleri okumak zorunda mı?" diye mektup üzerine mektup yağdırmaya başlamışlardı.
Yine hiç unutmam: Beni en çok (sanırım muhteşem Nadir Nadi'nin de telkiniyle) İlhan Selçuk savunmuş, köşesinde bunun ulusal bir kültür sorunu olduğunu yazarak beni korumuştu. Ve sonra o yazılar yine Ağız Tadıyla adıyla kitaplaşmıştı.
Hey gidi günler hey... Sonrasında bu işe gerçek bir yetkiyle gönül veren çok insan tanıdım. Onlardan biri olan Tuğrul Şavkay'ın erken ölümünü, ardından gelen sayısız uzman ismi de unutamam. O 'dostlar'la birlikte biz de ve dışarda sayısız etkinliğe katıldık. Ki sonuncusu o görkemli Tuna Gezisi idi ve nehir boyu sayısız eski başkenti görüp yemeklerini tatmıştık. Hemen sonrasında patlayan Koronavirüs salgını bu gezilere son vermişti. Bu bizim için hoş bir dönüş oldu.
Sadece 24 kişiyle yola çıktık. Beş erkek, gerisi hep hanımlar... Böylesi daha hoş oluyor!.. Yolda artık çok gelişmiş ve İstanbul'un parçası olmuş Silivri'yi, ardından yolculuğa katılamayan bir üyenin hatırına ziyaret ettiğimiz o görkemli Uyumkent'i (sahilde 11 mahalle, o kadar havuz ve 1500 evlik apayrı bir semt!) gördük. Ne kadar yaşanacak bir yerdi... Sonra Yenice, Gümüşayak, Marmara Ereğlisi, Yeni Çiflik, Sultanköy gibi artık daha sakin, daha yeşil, yapıları daha küçük ve zevkli yeni yerleşimleri gördük.
Ve Tekirdağ yoluna saptık. Hep deniz kıyısında çok hoş siteler, küçük ama sevimli camiler vardı. Bir yerde kiliseden bozma gibi duran bir belediye sarayı, Namık Kemal Üniversitesi ve başka okullar derken, Tekirdağ'ın Barel bağlarına vardık ve inanılmaz bir öğle yemeği yedik. Sonra kalacağımız Bengodi Otel'e vardık.
Bu otel başlıbaşına bir olaydı. Tarihsel bir yapıyı andıran, özenle inşa edilmiş, içinde Asmadan Bağcılık Tarihi Müzesi, Asmadan Şarap Üretim Tesisi gibi küçük harikalar içeren... (Asmadan lafı da aslında 'asma'dan deyişinden çıkmıştı.)
Ve o arada bağları ziyaret başladı. O uçsuz bucaksız uzanan yemyeşil üzüm cennetlerinde henüz büyümemiş duran, ama inanılmaz lezzetli salkımları tattık. Yanımızdaki uzman gazeteci-yazar Murat Yankı bize sürekli bağcılığın sırlarını anlattı.
Böylece ilginç bir şey daha öğrendik: Bu bağların kimi bölümleri isteyenlerce kiralanıyor veya satın alınabiliyor ve de onların adını taşıyormuş. Sonra isterse ürünleri satıyor, isterse kendi şaraplarını yapıyorlarmış. Ve bu gitgide artan bir olaymış.
Sonra Eceabat'a gittik. Oradan feribota binip karşı yakada Çanakkale'ye geçtik. Ve Yalova Restoran'da akşam yemeği yedik. Deniz ürünleri üzerine tam bir şölendi: dil balığı, ahtapot, keçi peyniri, kaba kızartma, fava, kalamar (böylesini hiç yememiştim!), mini midyeler. Ve sonunda görkemli bir levrek balığı. Her yerde öylesine yedik ki özellikle eşim dönüşte hasta oldu. Ve birkaç gün ağzına lokma koyamadı!
O yeni bir efsane olan upuzun Çanakkale 1915 köprüsünün yanıbaşından dolaştık. Burhaneli'den geçerken dönemin şehitleri için mezarlar, tabyalar, heykeller, anıtlar görmek doğrusu dokunaklı bir deneyim oldu. Hele Eceabat sahilindeki görkemli Atatürk heykeli. Akşam yine feribotla öte yana döndük.
Ve de inanılmaz biçimde şarap içtik. Her yemekte adıyla-sanıyla bize tanıtılan farklı markalar, iddialı yeni-eski, kırmızı-beyaz-roze şaraplar... İşin ustası olmuş aileler bize 'şarap devrimi' tarihini anlattı. 1980'lerden beri gelişen, kalkınan bir kültür bu. Ve birçok yerde bu işe hayatlarını adamış eski-yeni kuşaklar var. Örneğin bize çok şey anlatan; Barkın Akı ve ailesi, ya da tutkulu Ergenekonlar gibi. Bu konuda saatlerce konuşabilen...
Ve de dediğim gibi harika yemekler... Uzun zamandır böylesine iyi ve de çok yediğimi hatırlamıyorum. Bir 'brunch'ta bile türlü-çeşitli peynirler, reçeller, kurutulmuş meyveler, kabane ya da yaprak içinde sardalyeler. Öylesine ki; arılar sofraya hücum ediyor ve onları kaçırmak için küçücük tabaklarda kahve yakılıyordu.
Ve dönüş başladı. Yeni yapılmış Malkara-Çanakkale yolunu alarak... Bu güzel gezide bizi ağırlayan Mutfak Dostları'nın yeni başkanı Alpaslan Baloğlu'ya, değişmez sekreteri Zeliş'e (Zeliha Biçer) ve tüm o güzel yolculuk arkadaşlarımıza teşekkür ediyorum. Şarapları bol olsun!..
Atilla Dorsay kimdir? Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |