FURY
Yönetim ve senaryo: David Ayer Görüntü: Roman Vasyanov Müzik: Steven Price Oyuncular: Brad Pitt, Shia LaBeouf, Logan Lerman, Michael Pena, Jon Bernthal, Jim Parrack, Anamaria Marinca, Alicia Von Rittberg/ Columbia filmi.
İkinci dünya savaşının son günleri. 1945 yılının Nisan ayında, artık Naziler için yenilginin kesinleştiği ve savaşın sonunun göründüğü günlerde, Amerikan birlikleri Almanya’nın içlerindeki son direnişleri de yok etmek için eyleme geçmişlerdir. Birliklerin çoğu Berlin’e yürümekte, küçük bir bölümü ise ülkedeki Nazı kalıntılarını temizlemeye çalışmaktadır.
Başlarında “Wardaddy- Savaş babası” lakaplı bir çavuş bulunan beş asker, aslında koca bir birlikten sağ kalan birkaç kişidir. Ellerinde ‘Fury- Öfke/ Gazap’ adlı bir tank ve sınırlı silah kalmış ekip, aldıkları emir gereği yöredeki Amerikan birliklerini mevzilenmiş bir Nazi saldırısından korumak için yola çıkar. Ve o zor koşullarda görevi yerine getirmeye çabalar.
Son dönemde savaşı gerçek dehşeti ve şiddetiyle veren en iyi filmlerden Full Metal Jacket, Er Ryan’ı Kurtarmak, Müfreze ya da Doğum Günü 14 Temmuz gibi klasiklerden sonra, bu alanda yapılacak pek birşey kalmamış gözüküyordu doğrusu...
Ama elbette sinemanın hep söyleyecek yeni sözü vardır. David Ayer de, öbürlerine kıyasla daha alçakgönüllü olsa da, bu filmde bunu başarıyor. Her an ölümle burun buruna yaşanan bir macera, hayatın bir namlunun ucunda olduğu bir ölüm- kalım mücadelesi, yaşama içgüdüsünün bir tür kahramanlık efsanesine sarılarak soylulaştırılmış hali.
Sahi, temelde korkak olan, ölüm karşısında bu korkaklığı doruğa tırmanan insanoğlu, savaş denen o en cehennemlik süreç nasıl olur da böylesine cesur ve pervasız olur? Kahramanlık denen ve madalyalarla taltif edilen o dönüşüm nasıl oluşur, nasıl yaşanır?
Film kimi geniş bakışlı panoramik sahnelerin dışında, genelde kahramanlarımızın ‘evim’ dedikleri dev tankın içinde ve çevresinde geçiyor. Böylece temel beş kişimizi de film geliştikçe tanıyoruz. İnançlı hıristiyan, topa kumanda eden ‘İncil’ lakaplı Boyd (Shia LeBeouf), ABD’deki geniş Latin azınlığı temsil eden ‘şoför’ Garcia (Michael Pena), kavgacı ve küfürbaz dev Travis (Jon Bernthal), ekibe son katılan, tek kurşun bile sıkmamış ürkek ‘yazıcı’ Norman (Logan Lerman).
Ve başlarında, savaşa başından beri katılmış, yaşadığı onca ölüm-kıyımla alabildiğine acılaşmış deneyimli çavuş Don Collier. Brad Pitt’in başta sona inanarak yarattığı etkileyici bir savaş ve eylem adamı karakteri.
Film bir yandan ikinci savaşın az bilinen bir sürecine tanıklık ediyor. Öte yandan, kahramanlık denen olaya birzamanların açık propaganda soslu filmleri gibi milliyetçi ve ‘hamasi’ bir tavırla değil, çağdaş ve çözümleyici bir tavırla yaklaşıyor.
Ayrıca kimi hoşlukları da var. Örneğin küçük Alman köyünde başkişilerimizin sığındığı evdeki iki kadınla ilişkileri. Bu dekor içinde, erlerin en azından ikisiyle o Alman kadınlar arasında özellikle müzik aracılığıyla oluşan evrensel bağ ilginç. Çünkü burada müzik sevgisi ve sanat tutkusu, sınırları, savaşı ve düşmanlığı aşarak, o gençleri sınıfsal bir konum içinde birleştiriyor. Hatta sekse ve kimbilir, belki aşka doğru sürüklüyor. Ve çok kısa da olsa, bir barış ve sevgi parantezi açılıyor.
Ama Amerikalıların içindeki alt sınıf temsilcileri çabucak işe karışıyor ve rüyayı bozuyorlar. Sonrasında da şiddet ve ölüm hemen devreye girip görevlerini yapıyorlar.
Bu ilginç ve uzunluğuna karşın sürükleyici film, dünyamızın ve özellikle yakın çevremizin adım adım savaşa sürüklendiği günümüzde, seyircilerini ciddi bir düşünme eylemine çağırak uyarı görevi de yapabilir!..
YA AŞKSA
Yönetmen: Michael Dowse Senaryo: Elan Mastai Görüntü: Rogier Stoffers Müzik: A. C. Newman Oyuncular: Daniel Radcliff, Zoe Kazan, Megan Park, Adam Driver, MacKenzie Davis, Rafe Spall/ Columbia filmi.
Haftanın ikinci aşk filmi, çok özgün olmaya çabalarken aslında klasik yollara sapmaktan kaçınamıyor. Gerçi bir oyundan alınması, ardında ciddi bir yazı çabasını sağlamış. Ama bu kez de aşırı geveze olmasıyla sonuçlanıyor bu...
Sevgilisinden yeni ayrılmış bir genç adamın, önce arkadaş olduğu bir kızda yeniden aşkı bulup bulamayacağı sorusunun yanıtı bu... Wallace ve Chantry, oyun yazarının ağzından sürekli konuşup espri yapmaya sanki mahkum iki genç!..
Chantry’nin üstelik kusursuza yakın gözüken bir sevgilisi var: uzun boylu, manken gibi yakışıklı, iyi bir mesleği olan ve bunu geliştirmek için Kanada’nın Toronto kentinden İrlanda’nın Dublin kentine gitme önerisi alan...
Gidiyor da... Chantry ise genç adamın israrına karşın onu izlemiyor. Çünkü aklını Wallace’a takmıştır. Wallace gerçi Ben kadar yakışıklı değildir. Ama elbette o ünlü Harry Potter’dir!..Ve Chantry herhalde bunu bildiği için, onu tercih eder!...
Neyse... Toronto’yu dekor almış bu Kanada filmi, kimi hoşluklara sahip, kim iyi espriler ve durum komedisi anları var. Ama kişiler, dediğim gibi, sürekli espri yapmak için öylesine çaba harcıyorlar ki, bu da seyirciyi yoruyor. Ayrıca yazar öylesine ‘scatologie’ (pislikten söz etme) meraklısı ki... Pislik, kaka, b.k vb. sözcükler sanki yağmur gibi yağıyor. Niye?
Daniel Radcliffe, Harry Potter-sonrası döneminde gerilimden sonra (Siyahlı Kadın) komediyi deniyor. Ve altından da kalkıyor. Çocuk yüzüyle şaşırtan (ama aslında otuzunu çoktan aşmış) Zoe Kazan’ı daha önceleri de izlemiştik. Ünlü Elia Kazan’ın torunu, sempatik haliyle filmin kozlarından biri.
Çok şey beklemeden izlerseniz, belki seversiniz.