Çok mutsuzum. Çok mutsuzuz. Bu ülkede aklı başında kim varsa ve de kaldıysa, olup bitenlerden son derece mutsuz olması doğal.
Ve yazacak öyle çok şey var ki, “Nerden başlasam/ Bu aşk hikâyesini nasıl anlatsam” şarkısı akla gelmiyor değil.
Kişisel mutsuzluklarımız elbette ülkede olup biten karşısında önem taşımıyor. Ama kimi zaman en kişisel gözüken şeyler, zaten bu gidişatın bir yansıması oluyor. İşte bunlara bir örnek.
SİYAD’la birden yükselen çatışmamız içinde beni en çok üzen olay, sinema yazarı Tunca Arslan’ın yazdığı bir yazı oldu. Bir şok yaşadım ve etkisi hâlâ geçmedi.
Arslan benim Emek konusundaki tavrımı eleştiriyor. Bu konuda geçen pazar T24’te yazımda söylenebilecek her şeyi söyledim. Eklenecek bir şeyim yok. Artık herkes istediği dürbünden bakıp istediğini görebilir.
Ama pardon, bu konuda aldığım birçok mesajdan sadece birini, Altın Ayı (Berlin) sahibi yönetmenimiz Semih Kaplanoğlu’nun mesajını vermek istiyorum:
"Atilla bey, merhaba. Umarım afiyettesinizdir. Yazınızı üzülerek okudum. Vefasızlığın hâkim olduğu bir sanatsal kurum marjinalleşir. Sizin SİYAD'a ne kadar çok emek verdiğinizi şahsen biliyorum. Emek Sineması konusunda da kamuoyunun dikkatini çeken en etkili ve özverili tutumu da siz sergilediniz.
"Bunları kimse unutturamaz. Bugün o sinemanın yeni halinin kabul edilebilir olduğunu siz söylüyorsanız, benim için dikkate değer bir yorumdur bu. Hem bir mimar, hem de konuya en duyarlı yaklaşımı gösteren kişi olarak sizin yorumunuzu güvenilir ve değerli buluyorum.
"Üzerlerinde emeğiniz olsa da şu vefasız, sevgisiz, hoşgörüsüz, kaba insanları dikkate almayın bence...
"Selam ve muhabbetle, sağlıklı ve güzel günler dilerim. Semih Kaplanoğlu."
Ama Arslan’ın yazısının asıl can alıcı bölümü sonda. Bu bölüm beni adeta ‘"FETÖ'cü" gibi gösteriyor ve jurnal ediyor. Eğer kapıma gelirlerse, biliniz ki sorumlusu Tunca Arslan’dır!..
Başlıca dayanağı da benim çok kısa bir süre yazdığım (sadece sinema ve sanat yazdığım- politikanın p’si girmedi) Yarına Bakış adlı gazetede ‘köşe komşularım’ olan ve şimdi içerde bulunan kimi yazarları ‘özlemle anmam’ imiş. Aslında onların hemen hiçbiri o gazetede yoktu. Ama olsa ne fark eder?
Asıl önemli olan şu değil mi: Eğer fikir özgürlüğü ve gerçek demokrasi denen şeyleri savunacak ve insanların düşüncelerinden ötürü hapse atılmasına karşı çıkacak isek... Bunu olabilecek en genel biçimde yapmalıyız. Sağ-sol ayrımı yapmamalı, sadece kendi görüşümüzde olanları değil, her türlü görüştekileri de kale almalıyız.
Eşsiz Fransız düşünürü Voltaire, daha 1700’li yılların sonlarında şöyle dememiş miydi (Vikipedi’den alıyorum): “Fikirlerinizden nefret ediyorum. Ama onları savunabilmeniz için hayatımı feda etmeye hazırım.”
Bu sözden neredeyse üç yüz yıl sonra, başka türlü düşünebilir miyiz? Bugün içerde bulunan iki yüze yakın (ya da aşkın) gazetecinin durumuna yaklaşırken, onları sağ-sol diye ayırabilir miyiz?
Bir ülkede solun da, sağın da aydınlara ihtiyacı vardır. Toplumunsa iki türe birden... Çünkü ‘hakikat’ onların tartışması ve ortak yolların bulunmasıyla ortaya çıkacaktır. AKP’nin en büyük hatalarından biri zaten yapısında aydınlara yeterince yer vermemesi, verdikleriniyse bir yolunu bulup tasfiye etmesi olmadı mı?
Evet, basına karşı tutumu yererken, Cumhuriyet’in hep andığımız gazetecileri kadar diğerlerine, örneğin Can Dündar kadar Arslan’ın diline doladığı Mümtaz’er Türköne’ye de yer vermeliyiz. O Türköne ki (hiç tanımam ama) öylesine ilgi çekmişti ki, bir dönemde yazıları konuk yazar statüsüyle Hürriyet ve başka gazetelerde de çıkardı.
Elbette Nazlı Ilıcak’tan Ahmet Turan Alkan’a, Altan kardeşlerden Yavuz Baydar’a diğerlerini de anmalıyız. Tunca Arslan elbette bilmez: Baydar tam bir ‘sinefil’ ve ülkemizdeki en zengin DVD arşivcilerinden biridir. Bu kadarı yetmez mi, onu anmam için? Sen belki bunu kolay kolay yapamazsın, ama ben dostluklarımı zor zamanlarda feda etmem, edemem!
Ben sabahın köründe oturup bu yazıyı yazdıktan sonra okuduğum Hürriyet’de Mehmet Y. Yılmaz da hapisteki gazetecileri anıp durumu eleştirirken, bir paragraf içinde Nazlı Ilıcak, Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç ve Mümtaz’er Türköne’yi de yazmış. Bizim Arslan’a göre, o da oldu mu Fetullahçı!...
Ve elbette ’içerdekileri’ anarken, birbiri ardına gözaltına alınan onca HDP’li milletvekili ve belediye başkanını da anmak ve bu olayı da izlemek de boynumuzun borcu olmalıdır.
İşte böyle. Şu belalı günlerde naçizane görüşlerim böyle. İlginize...