Başımdaki türlü dertlere rağmen, yine alışılanı yaptım. Ve sabaha karşı 3'de uyanıp TRT2'nin Oscar törenini canlı olarak izledim. Genelde akşam tekrar edilirse altyazı konuyor ve çok daha rahat izleniyor. Ama her şeyi öncelikle öğrenme merakı denen ve gazeteciliğin baş iticisi olan şey öylesine önemli ki...
Benim açımdan gayet ilginç bir törendi. Bilinen Hollywood lüksü ve yatırımıyla donatılmış, yeniden o eski mekanına dönmüş, baş döndürücü bir dekor içinde her açıdan görkemli bir şova dönüştürülmüş...
Ama, benzer biçimde güncelliğe sırtını yaslamış, yaşanan birçok şeyden esinlenmiş, zaman zaman da geçmişe dönen ve nostalji sunan bir olay...
Önce genel karakteristik ögelerden söz edeyim. Artık kesinlikle siyahilerle eşitliği, hatta neredeyse siyahi üstünlüğü simgeleyen bir geceydi. Sunucu üç hanımdan ikisi siyahiydi: Regina Hall ve Wanda Sykes... Konukların, konuşmacıların, ödül verenlerin önemli bir bölümü de... Öte yandan, belgesel dalındaki filmlerin görebildiğim kadarıyla hepsi de ırkçılık üzerineydi. Kazanan Summer of Soul da elbette...
Gecenin açıkça politik bir yanı da vardı. En çok Ukrayna konusunda o ülkeye yardıma çağıran yanıyla... Siyahilerin yanı sıra kadın sorunları da ön plandaydı ve bu konuda da mesajlar verildi. Tüm bunlara yine bir azınlık grubu eklenebilir. Gerçekten de, The CODA'yla yardımcı erkek oyuncu dalında aday olan Troy Kotsur konuşma özürlü biriydi; ancak işaretlerle iletişim kurabilen... Ve ödülün ona gitmesi de bu azınlıkları gözetme kaygısından başka bir şey değildi.
Öte yandan nostalji de vardı. Hem de çok... James Bond'un 60. yılı için hazırlanan film harikaydı. Baba serisinin 50. yılı da kutlandı: Yönetmen Cop ola, oyuncular Al Pacino ve Robert de Niro'nun katılımıyla... Hepsi de ne denli yaşlanmıştı... Ne yazık ki Marlon Brando'yu öte taraftan getirtme çabası başarıya ulaşamamış!.. Lady Gaga, unutulmaz Cabaret müzikalinin 50. yılında baş oyuncusu Liza Minnelli'yle konuşmuştu, oturduğu özel koltuktan... Hayli yaş almıştı, unutulmaz Judy Garland'ın kızı... Yine de bir zarfı açıp kazananı açıklamayı başardı. Ayrıca Pulp Fiction filminin 28. yılında da John Travolta (kolay tanınmaz haldeydi), Samuel Jackson ve Uma Thurman da boy gösterdiler.
Ve de nostalji babında o klasik İn Memoriam - Anılarına bölümü... Her zamanki gibi kendimize şöyle dedik: Bir yılda ne çok kayıp vermiş sinema dünyası... Ama bu alanda birkaç isim nedense öbürlerinden çok daha uzun anıldılar, yani daha çok ekranlarda kaldılar. Ben yönetmen İvan Reitman ve oyucu Betty White'ı not edebildim. Bu 'uhrevi' alandaki eşitsizlik, doğrusu beni şaşırttı.
Aday şarkılar bir alemdi bu yıl... Her biri farklı, çılgın, yenilikçi... Ve her biri giderek sayısız müzikçi ve dansçının katılmasıyla görkemli bir şova dönüşen... Kazanan daha düzgün bir şarkı oldu gerçi: Billie Ellish imzalı son James Bond filmi şarkısı No time to Die... Ama aday şarkıların genelde pop-müzikteki yeni akımları temsil ettiği söylenebilir.
Diğer dallara gelince... En iyi filmden başlarsak... CODA'nın en iyi film seçilmesi gecenin bence en büyük sürpriziydi. Ben görememiştim, adayım değildi. Ama çok kişi gibi 12 adaylığıyla The Power of the Dog'u aday görüyordum; benim de çok sevdiğim bir filmdi. Ama olmadı. Jane Campion çok hak edilmiş yönetmenlik ödülüyle (ikinci kez Oscar alarak) yetindi. Erkek oyuncu olarak ayni filmle Benedict Cumberbatch adayımdı benim... Ama o dalda da Will Smith aldı. Onu da beğenmiştim, onun için bu ödülü de 'siyahi kayırması' olarak görmüyorum!.. Ama Cumberbatch adına biraz üzüldüm. Altından kalkması hiç kolay olmayan bir roldü onunki...
Yabancı dilde Japon filmi Drive My Car'ın ödülü ancak genel bir kabulle karşılandı. Çok sevdiğim Belfast'la Kenneth Branagh'ın en azından özgün senaryoda, Encanto'nun animasyonda birinciliği beni hiç şaşırtmadı, tersine sevindirdi. Ama o çok sevdiğim Flee-Kaçış filminin 3 adaylığına karşın hiç ödül almamasına şaştım. Eşsiz bir animasyon-gerçek oyunculuk-belgesel karışımı bu film, herhalde hangi türde ödül almasının belirsiz olması nedeniyle ortada kalıverdi. Ve bence yazık oldu.
Gecenin en önemli olayı, sunucu Chris Rock'la Will Smith'in o çok özel atışmasıydı. Esprilerinde sınır tanımayan siyahi komedyen Rock, bir ara Smith'in eşine (geçirdiği bir hastalık nedeniyle saçlarının halini diline dolamak) laf atınca, Smith önce yerinden yanıt verdi, sonra kalkıp adama bir yumruk indirdi!.. Tüm Oscar tarihinde bir ilk!.. Rock esprilerini sürdürünce, bu kez oturduğu yerden küfürler salladı. 'Siyahilerin gecesi'nde böylesine bir olay...
Buolayın 'fabrike', yani imal edilmiş olduğunu ileri sürenler var. Ama bence öyle değildi; anlık, eski deyimle 'fevri' bir olaydı. En büyük kanıtı da finale doğru en iyi oyuncu seçilen Smith'in konuşmasıydı. Uzun dakikalar süren, göz yaşlarına boğulmuş bir konuşma... Öylesine içten, öylesine hissedilmiş ki... Hemen tüm salon gözyaşlarına boğuldu: kameralara yansıyan...
İşte farklı bir Oscar gecesinin naçizane benim gözümden yorumu. Bu arada geceyarısından sabaha dek orada kalıp duruma hakim olan Alin Taşçıyan ve Mehmet Açar dostlarımın çabasını ve tüm konuşmaları aynı anda dilimize çevirten TRT2'nin katkısını anmak istiyorum.