Bratislava Avrupa'da görmediğim bir başka ülke olan Slovakya'nın başkenti. Ama çok küçük olduğu için aklımıza gelmeyen bir ülke bu... Eskiden Çekoslovakya denen ülkenin 1990'larda ayrılıp ikiye bölünmesiyle ortaya çıkmış: Çekya'nın yanı sıra Slovakya. Ama beş milyonluk bu ülkenin yarım milyon nüfuslu başkenti doğrusu pek bilinen bir hedef değil.
Ancak bu gezide onu da tanıdık. Ve çok sevdik. Bu kez Slavca konuşan (ama Euro'ya problemsiz geçmiş) bir ülke. Ve yine Orta Avrupa kültüründen değişik nüansları olan lezzetler sundu bizlere.
Çekya'nın başkenti Prag'ı görmüştük, yıllar önce... Az güzel şehir değildir. Bratislava ise tam Macaristan ve Avusturya'nın kesiştiği yerde kalan ilginç bir kent. Tarih boyunca Slovak, Alman, Macar, Avusturyalı, Çek ve Yahudi halklarının kaynaştığı, tam anlamıyla kozmopolit bir yer olmuş.
Saint Martin katedrali, kalesi, eski sarayı, belediye sarayı, opera binası çok güzel yapılar. Ortaçağ mimarisinde yapılmış evleri de... Dünya savaşının sonunda kenti Almanlardan kurtaran Sovyet askerleri için yapılan anıt başarılı bir eser. Daha beş yaşında buraya gelip konser veren küçük Mozart'ın kaldığı ev de bir ziyaretgah. Kent ayrıca kristalleriyle de ünlü.
Ve geliyoruz Viyana'ya... Yine yıllar önce bir festival vesilesiyle gördüğümüz, ama elbette her zaman zevkle ziyaret edilecek bir turizm ve kültür başkenti. Böylece Macaristan ve Slovakya'dan sonra üçüncü bir ülkeye, Avusturya'ya adım atmış oluyoruz.
Viyana elbette kıtanın kültür başkentlerinden biri. Klasik müzikle iç içe, soyluluk taşıyan bir kent. Bugün AB'nin içinde en büyük onuncu şehir. Kültürel zenginlik açısından belki Paris ve Londra'dan hemen sonra; ama olasılıkla diğerlerinin önünde... En azından bir kenti bir müzik türüyle (vals), bir hanedanla (tam 5 yüzyıl süren Habsburg hanedanı: Osmanlı'ya yakın!) ve bir rahat yaşam biçimiyle özdeşleştiren kaç örnek var?
Viyana'ya Almanlar Wien, Osmanlılar ise Peç diyorlar. Habsburg hanedanı dönemi kente inanılmaz güzellikte binalar kazandırmış. Mimarlığın her türünde: gotik, klasik, barok, art nouveau... Gerçi arada çok modern yapılar da yok değil: Birleşmiş Milletler (BM) kompleksi gibi. Ama parmakla sayılacak kadar... Bol yeşil alanlı; doğasını ve estetiğini korumuş; gündüz kadar geceleri de görkemli bir şehir.
Bizim tarihimizde o ünlü çifte Viyana kuşatmalarıyla hatırlanıyor: 1529 ve 1683'de... Ama ikisi de başarılamamış: ilki Osmanlı'nın en güçlü olduğu Kanuni döneminde olsa da... Ama ne onlar unutmuş bunu, ne de biz. Parlak bir tarih içindeki yenilgiler elbette unutulmaz. Onların unutmamasındaki en önemli öge ise bambaşka: kahve ve 'kruvasan- croissant'. Bunun kökenini sevgili 'mutfak dostu' Ahmet Örs'ün 2009'daki bir yazısından derleyeyim:
"Kahve gibi kaliteli kruvasanların yapıldığı milföy hamurunu da Viyanalılar büyük olasılıkla Türklerden öğrenmişlerdi. Kuşatmanın kalktığı 1683'ten 1770 yılına kadar Fransızların kruvasanla ilgileri yok. 1770'te Avusturya İmparatoriçesi Marie Theresa'nın 15. çocuğu Marie Antoinette, Fransız veliahtı Louis August ile evlendi ve Paris'e taşındı. 1774'te ise Kral XV. Louis çiçek hastalığından ölünce, Marie'nin kocası XVI. Louis adıyla tahta çıktı. Avusturya asıllı yeni kraliçenin hilal şeklindeki çöreği önce Fransa saray çevrelerine tanıttığı konusunda tarihçiler görüş birliği içindeler. Buna önce Türk çöreği denmiş, ardından büyüyen ay anlamına gelen 'croissant' olarak adlandırılmış. Kruvasan sadece sarayda sevilmekle kalmamış. Sıradan halk da onun bağımlısı olmuş. Bugün Fransız kahvaltısının simgesi haline gelen bu çöreği kendilerine armağan eden Avusturyalı prensese Fransa halkı teşekkürlerini nasıl ifade etti dersiniz? İhtilalde onu ve kocasını giyotine çıkarıp ikisinin de kellesini keserek! Kruvasanı sevseler de Avusturyalı gelinlerini sevememişti Fransızlar. Ne diyeyim, insanlar bazen nankör olabiliyor!"
Avusturya aynı zamanda Hitler'in doğduğu yer. Ve ülke iki savaşta da Almanların yanında yer aldı. İkinci savaştan sonra orası da galipler tarafından işgal edildi, dörde ayrılarak... Ve ancak 1956 yılında birleşebildi. Onun da yakın tarihinde çok acılar var.
Viyana'da görecek çok şey var, ama vakit az. Bu yüzden barok mimarinin baş yapıtı Schönbrunn imparatorluk sarayını ancak dışardan görüyoruz, önünde resim çekmek için bile duramadan... Çünkü bu ziyaret zaman istiyor; tıpkı bizim Topkapı sarayı gibi. Ve onun gibi giriş-çıkış-park sorunları var. Ama ben aldırmıyorum, çünkü yıllar önce geldiğimde rahat rahat gezmiştim.
Buna karşılık, şehrin merkezinde uzun uzun yürüyoruz. Ve böylece örneğin Saint Etienne katedralini geziyoruz: kökleri 1140'lara dek inen, bugünkü halineyse 1579'de kavuşan görkemli bir katolik kilise. Ring Strasse'de uzanan Parlamento ve Opera binaları; ki önceki gelişimde burada bir operaya gitmiştim, unutulmaz bir anıdır. Hofburg sarayı, Karlskirche kilisesi, belediye binası... Sissi diye anılan (ki macerasını eski Romy Schneider filmlerinde izlemiştik) kraliçe Elizabeth'in, 70 yıla yakın hüküm süren ünlü imparator François Joseph'in anıları. Ve de kimi büyük sanatçıların: Mozart (10 yıl burada kalmış), Johann Strauss, tanınmış yazar Arthur Schnitzler.
Ve de Gustav Klimt... Çok ünlü, çok etki yapmış bir ressam; tabloları bugün bir servet eden... Rehberimizin söylediğine göre, müzesi açıldığında Türkiye oraya görkemli bir Hereke halısı hediye etmiş!.. Takipçisi Eugen Schile, ki 28 yaşında öldüğü halde o da çok sevilmiş.
Ve de tam adıyla Friedensreich Hundertwasser. 1928'de doğmuş, 2000 yılında yeni Zelanda'da ölmüş. Kentin bir kısmını en özgür biçimde çeşitli renklere boyamış. Bir anlamda benzer bir şeyi Barcelona'da yapan Anton Gaudi'yi akla getiriyor ve 'Viyana Gaudisi' diye anılıyor. O rengarenk semt gerçekten görülmeyi hak ediyor. Viyana'nın gizli sürprizlerinden biri...
Yeni yıla Viyana'da giriyoruz. Ama gemide... Zaten iyice ışıklı olan kent, o gece sayısız havai fişek oyunlarıyla daha da aydınlanıyor ve tarihi eserlerin üzerine yansıyor. Bize de bunları olabildiğince fotoğraflamak kalıyor. Gemideki yılbaşı partisinin de gayet iyi olduğunu söylemeliyim.
Viyana'da gezerken biraz da başka şeyler düşünüyorum. Örneğin atlı arabaları, bir diğer deyimle faytonları. Burada o kadar çok var ki... Gerçi Budapeşte'de de vardı, başka yerlerde de... Bu rahat kentler, geçmişten gelen bu nostaljik araçtan vazgeçemiyorlar. Gerçi bizim kadar çılgın bir trafikleri yok; motorlu araçlar çoğunda kentin merkezine sokulmuyor. Ama zaten bizde de bunların kentlerin göbeğinde değil, Adalar gibi sayfiye yerlerinde kullanımı söz konusu değil mi?
Vallahi ben o trafikli yerlerde bile, gürbüz ve bakımlı atların çektiği o rahat ve lüks faytonlara belli bir imrenmeyle baktım. Ve en sade ve basit konuları bile nasıl çıkmaza soktuğumuzu düşünerek üzüldüm. Bu araçları tümüyle kaldırmak yerine, özellikle turistik kentlerimizin ve sayfiye yerlerinin sınırlı biçimde korumasını tercih ederdim. Atlara gerçek bir sevgiyle, onları öncelikle korumaya ve yaşatmaya yönelik bir hayvanseverlik içgüdüsüyle yaklaşmak koşuluyla...
TIKLAYIN - Tuna Nehri üzerinde, Orta Avrupa kültürünün peşinde: Macarlar bizi seviyor, bizler de onları...
Yarın: Harika bir geziden alınacak dersler: Kalkınma, koruma ve trafik üzerine