Kadının örtünmesi tüm dünyada tartışılan bir sorun olmayı sürdürüyor. Kılıçdaroğlu’nun başka bir kontekst içinde yeniden gündeme getirdiği konuya iktidar mal bulmuş mağribi gibi atladı. Ve ‘türban özgürlüğü’nü yeniden ele alıp Anayasa’ya koymanın yollarını arıyor.
Bense yeni hazırladığım kitabım için belgelere bakarken, 2007 yılında bu konuda yazdığım bir yazıyı ve bir ‘örtünen kadın’dan aldığım bence son derece ilginç yanıtı buldum. Ve konu bu denli gündemdeyken, bu yazıları sizlere duyurmaya karar verdim..
Ama öncesinde şunu da ekleyeyim. Şu anda dünyada bu konularda en büyük savaşımı veren ülke elbette İran. Vaktiyle ziyaret ettiğimiz bu dünyanın en eski uygarlıklarından birine sahip güzel ülke, bir dönemde bu alanda inanılmaz bir denge kurmuş, örnek bir çağdaşlık yakalamıştı. İran Şahı Rıza Pehlevi ve eşi, Batı’da eğitim almış Kraliçe Süreyya’nın o ülkeye getirdiği son derece modern çehre unutulabilir mi? Ki ülkemizi de ziyaret etmişler (tam olarak 1956 yılında) ve büyük sevgi/saygıyla karşılanmışlardı. Sonradan gelen o ‘molla rejimi’nin bugün ülkeyi ne hale getirdiği gözler önünde yaşanan bir facia. Ama özellikle kadınların giderek çoğalan iradesi, inadı, kararlılığı, enerjisi ve korkusuzluğu tüm dünyaya ders olmalı.
Evet, şimdi yazılarıma gelelim.
Ben politika yazmıyorum, yazma hevesim de yok. Ama özellikle türban konusu ülkemizin başına öyle bir çorap gibi örüldü ki, iki satır yazma imkânı bulunan her aydının görüşünü belirtmesi gereğine inanıyorum. Onun için, işte çok özetle benim düşüncem...
Nerden çıktı bu türban demeyin... Bu, AKP’nin seçmenine çok açık biçimde dile getirilmemiş de olsa temel vaadiydi ve eninde sonunda gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Bence iyi oldu; ne yapılacaksa yapılsın ve önümüz açılsın, herkes de tavrını alsın.
Kendi adıma, elbette laik bir birey olarak (başbakan ne derse desin, bireyler de laik olur, en azından laik düşüncede olur), ama ayni zamanda becerebildiğince demokrat olmaya da çalışan bir aydın olarak türban sorununun onu takanlar lehine düzenlenmesinden gocunmam. Bırakalım, asıl nedenleri ne olursa olsun, temelde bir kişisel inanç sorunu olarak bakmak zorunda olduğumuz türbanı takanlar ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesin, itilip kakılmasın ve en önemlisi, okuma, öğrenme hakkından yoksun kalmasın.
Ama meselenin bu kadar basit olmadığını hepimiz biliyoruz. Çünkü kadının örtünmesi, yüzyıllar boyu süren aydınlanma ve aklı inancın önüne geçirme savaşımında hep çok önemli bir alan olarak kullanıldı. Örtünmeyi isteyen kadınlardan çok onların örtünmesini isteyen erkekler, bunu hep daha da öteye gitmek, dinin gereklerini gündelik hayata yansıtmak, dini yaşamın temeli olarak alan bir toplum yaratmak amacıyla kullandılar.
Kadınların çoğu belki bunu fark etmedi, fark etmiyor. Ama Türkiye gibi bir ülkede, toplumsal alanda son bir yüzyılda yapılmış önemli reformlardan geriye dönmeyi, köhnemiş rejimlere, buyurgan yönetimlere, çağdışı kalmış ahlak ve değer anlayışlarına dönmeyi kim ister? Hele son dönemde dini yeniden toplumun temel direği haline getirme deneyimlerinin İran’dan Malezya’ya, Afganistan’dan Cezayir’e, Irak’tan Sudan’a birçok ülkeyi içine düşürdüğü perişanlık ortadayken, Türkiye’yi yeniden benzeri maceralara atmayı kim onaylayabilir? Bir avuç fanatikten başka?
Aynı biçimde, hoşgörüyle baktığım o türbanlı kadınlar alınmasınlar, ama ben sonuç olarak başı açık, başının açıklığı kafasının ve kalbinin açıklığını da simgeleyen çağdaş kadınları etrafımda görmeyi yeğlerim. Onlara daha kolay yaklaşabilir, konuşup dertleşebilir, tartışıp söyleşebilirim. Hele hele, örtünenlerin belki kaçınılmaz biçimde artıp çoğunluğu ele geçirdiği ve örtünmeyenler üzerinde baskı kurabildiği bir ortamı düşünmek bile istemem. Kadının örtüsünün kalkması, tüm bir aydınlanma mücadelesinin simgesidir, istesek de istemesek de öyle olmuştur. Onun için, çok dikkat etmeli ve çok radikal değişimlere karşı uyanık olmalıyız.
Sabah gazetesi, 2007
Ve buna karşılık şu gayet ilginç mektubu aldım ve arşivimde sakladım.
Geçen hafta türban konusunda yazdığım yazıya gelen mektuplardan biri çok ilgimi çekti ve bunu sizlerle paylaşma gereği duydum. Işıl Eren Alioğlu şöyle yazmış:
“Yazınız toplumda başörtü takan kadınların varlığını pek tercih etmediğinizi belirtse de, görüşlerinizi çok nazik bir üslupla dile getirmeniz, başörtülü kadınları incitmemek için azami dikkat sarf etmeniz ve endişelerinizi çok içten bir şekilde ortaya koymanız nedeniyle dikkatimi çekti. 33 yaşında başörtülü bir kadın olarak, aynı zamanda başörtülü öğrenci, memur, avukat, doktor çok sayıda kadını mesleği nedeniyle tanıma imkânı bulmuş bir okurunuz olarak, konuya farklı bir açıdan bakmanızı sağlayacağına inanıyorum.
Örtünmeyi isteyenin kadınlardan çok erkekler olduğu şeklinde bir genelleme doğru değil. Öğrencilerden başını açmaya ailesi tarafından zorlanan yüzlerce örnek var. Hatta eşi tarafından örtüsünün çıkarılması istenen ya da sadece eşi açık giyinmesini istediği için örtünemeyen yüzlerce, belki binlerce kadın var. Bunların çoğu bilinmiyor. Yaşanan örnekler bunlar. Bilinen, sadece ortada olan erkek siyasetçiler ve onların kadınların serbestçe örtünmesi için yaptıkları girişimlerin -kendi istekleri de bu olabilir- ön planda olması.
Ben kimsenin Türkiye’nin din devleti olmasını istediğine inanmıyorum. En azından, tanıdığım hiçbir örtülü kadının böyle bir derdi yok. Tanıdığım hiçbir örtülü kadın, normal bir hayat sürmek, diğer kadınlar gibi okumak, çalışmak, bunları yaparken de inandığı dini vecibelerini yerine getirmekten başka bir şey istemiyor. Bu da çok doğal bir hak olsa gerek.
Yazınızda, başı açık kadınlara daha kolay yaklaşabildiğinizi, konuşup tartışıp söyleşebileceğinizi belirtmişsiniz. Bu düşüncenizi gayet iyi anlıyorum. Sizi böyle düşünmeye, çekingen davranan başörtülü kadınlar itmiş olabilir. Belki de başörtülü kadınlar birçok kamusal ve sosyal ortama dâhil olamadıkları için bunu düşünmüş olabilirsiniz. Örtünmenin amacı, aslında kadının daha fazla sosyalleşmesini sağlamak. Yani, kadının mesela evde örtünmesi gerekmiyor. Kadın zaten sosyal alana çıkınca örtünüyor ve kadının örtünmesi erkeklerle konuşup tartışmasına engel değil. Eğer böyle yapanlar varsa, yanlış olan bu örnekler genele teşmil edilmemeli diye düşünüyorum.
Kafanın ve kalbin açık olması, en basit hali ile öncelikle kendisi gibi düşünmeyen kişilere karşı anlayışlı olmak demektir. Örneğin, ben 8 yıldır basit deyimiyle dindar olmayan bir erkekle evliyim. Bugüne kadar bir kez olsun kendisinden dinin emirlerini yerine getirmesi talebim olmadığı gibi, dinin yasakladığı herhangi bir şeyi yaptığında da eşime hiçbir müdahalem olmamıştır. Ben onun görüşünü biliyorum, o da benimkini. Eşimin benim hayatıma müdahale isteği zaman zaman olmuştur, başımı örtmemem gibi. Ama örtünmekle kalmayıp bütün olarak dindar olmaya çalışan bir insan olduğumu gördüğü için, ilişkimiz bir zarar görmedi ve ben hep örtünmeye devam ettim.
Başın örtülmesi, kafanın ya da kalbin örtülmesini doğurmaz. Kafası ve kalbi birçok başı açık kadından daha açık olan başörtülü kadınlar var. Başörtüsünün serbest bırakılmasına olan desteğiniz için teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim”.
2007
Atilla Dorsay kimdir? Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |