Bayağı zengin bir arkadaşım, döneminin efsane ismi, ‘solcu’ addedilen bir gazetenin eski genel yayın yönetmenlerinden birinin evinde verdiği davetin ardından: "Çok hayal kırıklığına uğradım. Biz ona özeniyorduk. Meğer o bize özeniyormuş." demişti...
Doksanlı yıllarla başlayan sürecin özeti bu cümleydi bence. O yıllarda girilen kimlik krizi sonunda basını, medyaya oradan da bir çeşit yok oluşa sürükledi.
Bunun için Güneş Gazetesi'nin verdiği yüklü maaşları sonun başlangıcı olarak gösteren de var, Jaguar ile gezen çapkın köşe yazarının rol modeli alınmasını gösteren de. Ama hepimiz aslında sürecin sendikadan çıkma ile başladığını biliyoruz.
Seksenlerin ikinci yarısı idi. Cağaloğlu'ndaki Milliyet binasının tam karşısındaki noter ile anlaşılmış, gazeteciler kendi sonlarını getirecek imzayı atmak için kuyruğa girmişti. Yüzler beyaz ve mutsuzdu. İmzalamayan işten atılacak dedikodusu yayılmıştı. Korku sinmişti ortalığa.
Noter parasını da patron veriyordu. Bunun patronun yaptığı son jest olduğu öngörülememişti. Birlik olabilseydik, direnebilseydik o korku yerini güce bırakacaktı. Yapılmadı.
Nice sonra, dönemin yayın yönetmeni Doğan Heper çağırdı odasına; "Birkaç kişi imzalamadınız. Sayı tuttu, Sendika düştü. O yüzden şimdi çağırıyorum. Yanlış anlama, tehdit sanma diye... Düşünceni merak ettim sadece. Odacı Hüseyin ile birkaç dil bilen senin aynı sözleşmeye girmeniz doğru mu?" diye sormuştu. Evet, doğruydu. Şerefti hatta. Odacı Hüseyin her derde deva bir adamdı. Gece yarısı haberden aç döndüğümüzde bile bulup buluşturur bizi bir şekilde doyururdu. Şefkatli bir baba gibiydi hep gülen, teskin edici yüzü ile. Hüseyin, Doğan Medya Center'a gelmeyi reddetti. Cağaloğlu'ndan taşınılırken istifa etti. Yalvarmalarımız boşa gitti.
Sonrası malum, şık binanın üzerimizde kurduğu (Bir süreliğine) egemenlik giderek bütün alanlara yayıldı. Önce yemekler bozuldu. Cağaloğlu'nun o özel ve güzel menüsü gitti, fabrika yemeğine dönüştü. Salata bar gibi ucuz yenilikler getirilerek eski unutturulmaya çalışıldı. Sonra Bağcılar, Yenibosna gibi kenar semtlere taşınan binalar yüzünden toplu taşımacılığı kullanamayan gazeteci milleti giderek işçinin değil, işverenin sözcüsü olmaya başladı. Ekonomi sayfaları işveren ilanlarına döndü falan filan... Zaten Özal döneminden sonra kamu görevlisi değil, özel sektör çalışanı kabul ediliyordu basın çalışanları. O yüzden, kamusal haklarının çoğunu kaybetmişti...
Maaşlar da Maksim Gazinosu örnek alınarak düzenlenir olmuştu; Assoliste (Bir ya da birkaç havalı köşe yazarı) 45 bin TL, genel yayın yönetmenlerine villa, uvertür alt tabakaya ise 1, 1 buçuk…
İşin garibi, genel yayın yönetmenlerinin muhafazakar ya da eski solcu olması fark etmiyordu. Düşük maaşlar, düşen kalite, habere gidecek arabaların bile sınırlanması rahatsız etmiyordu. Villalar alınmış, sus payı verilmişti. Bakınız: Ballard'ın "21. yüzyılın simülasyonu ev" saptaması...
Gücü kapan evi de kapıyordu. Müteahhit-ev meselesi ezelden ebede Türkiyeli’nin tek fantezisi olageldi. Taa eskilere gittiğinizde bile paylaşımın yazlık/kışlık evler üzerinden yapıldığını görüyoruz. CHP Dragos'u kaptı, Bayramoğlu'nu AP'liler, sonra her yeri AKP'liler falan filan...
Az maaşlar da çok seyahat ile dengelenir olmuştu. Muhabirler, köşeciler Lizbon'dan gelip Paris'e uçuyor, birkaç gün gözüküp New York'a gidiyor, lüks mekanlarda yeyip içiyorlardı. O kadar ki, bir süre sonra basın toplantıları 'yedirilecek' ortamlarda yapılmaya başlandı. Yer yarılsa da içine girsek durumları... Muhabbet de bu minvaldeydi: "Geçen gün Zürih'teyken..."
Sonra, sonrası malum. Hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz. Teslim alınan alına... Sonunda patronlar da teslim alındı ve bir meslek fiili geçmiş olarak anılmaya başlandı.
Şimdi durup dururken niye "Rahmetli'yi severdik" meselesine girdim? Tabii ki, hüzünle izlediğim Cumhuriyet Gazetesi'ndeki sendika tasfiye girişiminden. Sadece o da değil. Algıda seçicilik mi bilmiyorum ama son günlerde okuduğum hemen her şeyde gazeteciliğe bir "Son" biçilmiş...
Zeynep Göğüş'ün çok severek okuduğum üçüncü romanı "Yok Çünkü Telafisi"nin bir yerinde gazetecilik yok olan bir meslek olarak tarif edilmiş. Şebnem İşigüzel'in "Ağaçtaki Kız" romanında "Gazetecinin" önce neşesi yok oluyor. Sonra da kendisi...
Faruk Bildirici, dikkatle okuduğum "Medyanın Ombudsmanı Saray'ın Medyası Hürriyet'teki Etik Kavgasının Bilinmeyenleri" kitabında bir kısmını duyduğumuz, gördüğümüz olayları birinci dereceden tanığı olarak tarihe not düşüyor.
Aydın Doğan cevap hakkı için basılmadan kendisine gönderilen kitabın yayınlanmasından tabii ki de hiç hoşlanmamış. Gazetelerinin sendikasızlaştırılmasını da "Kurumun yönetimini tümüyle üstlerine almaya çalıştıkları için mücadele ettim." diyor. Bu mücadeleyi kazanınca da önce ikramiyelerin, sonra da zamların üzerine çöküyor.
Kitap'ta Ayşe Arman'ın "Antijen Nilüfer'e bir elbise diktir hayatın değişsin" türünden adresli övgüler, (Evine ayna taktırıp aynacının telefonunu yazacak kadar) reklamla karışık haberler, "kurum yararına" paralı haberler, reklam kampanyalarında poz vermeye doyamamalar ve bu konuda diretmelerine bolca yer veriliyor... Öyle ki, sonunda gazete yönetimi de zapt edememeye başlıyor Arman'ı.
Bunlar zaten bildik şeyler. Bilmediğimiz ise hemen her gün köşesinde "Instagram" kadın hakları savunuculuğu yapan Arman'ın iş insanı Ahmet Bayer'in Bodrum'daki Club Flipper 'ında terastan atlayarak intihar ettiği iddia edilen Aslı Baş olayında aldığı tavır.
Soruşturmayı yürüten savcı, Baş'ın ölümünün intihar değil, cinayet olduğu sonucuna varırken Arman'ın şüpheli bir ölüm olayında sanık tarafının avukatlarına varana kadar hepsiyle konuşup bir avukat gibi dava dosyasını çürütmeye çalışması ve bunu yapmaya ikna edilen tek gazeteci olması... Bildirici kitabında bu olaya genişçe yer veriyor. Kaldı ki, konu ile ilgili olarak haziran ayında Ercan Öztürk'ün "Bir Cinayetin Aslı Adaletin Gücü Mü, Güçlünün Adaleti mi?" kitabı çıktı.
Uzatmak istemiyorum. Bir kadın gazetecinin bir kadın cinayetinde aldığı tavır çok çarpıcı.
Bildirici'nin tarihe not düştüğü olaylardan biri de Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'i sendikadan çıkarmak için bas bas bağırması.
Adı var kendi yok yayın yönetmenleri, güç zehirlenmesi, (İnsan meseleye yukarıdan değil, aşağıdan bakınca sadece çevresini görebiliyor ve onu gerçekten güç zannedebiliyor. Dünyada kimsenin bilmediği gazeteleri birkaç yıllığına patron gözetimi altında yönetmek gibi...) magazinci ve ekonomicilerin beleş gezi, beleş yemek, beleş telefon vs. gibi durumlarda pişkince diretmeleri, kendilerini jet-set'in parçası sanmalarını vs. oralara hiç girmeyelim. Çıkamayız...
Yani mesele keşke sadece Veyis Ateş olsa... Doğan Grubu'nda da diğer gruplarda da sistem böyle kurulmuştu. Buna karşı, çıkan "Gazetecinin gittiği haberde masrafını gazete karşılar" dayatmasını bir tek Çetin Emeç yapmıştı. Onun da Milliyet'te ömrü pek kısa sürdü zaten.
Geriye kimler mi kaldı? Tabii ki onurlu muhabirler. Onların da hakları artan bir şekilde gasp ediliyor, tazminatları ödenmiyor. Şimdi de sendikal hakları yok edilmeye çalışılıyor.
Basın yalanları 2: Tanaka, sahte haber manifestosu
1920'lerde ABD emperyalizmine karşı bir Japon Manifestosu olarak kabul edilen ve 2. Dünya Savaşı'na zemin yapılmaya çalışılan Tanaka Manifesto'nun aslında hiç var olmadığı ortaya çıktı.
Amerikalı bilim adamı Thomas Rid tarafından kaleme alınan makalede (Halen Luiss Üniversitesi'nden bir ekip tarafından çevirisi yapılıyor) hikaye şöyle anlatılıyor:
1920'li yıllarda, Adolf Hitler'in Kavgam'ının Japon versiyonu sayılabilecek Tanaka Manifestosu'nun eski bir Samuray evinde, Baron, General, Başbakan Tanaka Giichi tarafından yazıldığı iddia edildi ve bu metin piyasada dolaştırılmaya başlandı.
"Memorial Tanaka" bir çeşit Japon Mein Kampf'ıydı.
Manifesto ilk olarak 1929 yılında Çin'in ünlü yayın organı Nanjiing'de yayınlandı ve "Cesur ve vahşi" olarak tanımlandı. Bu Manifesto'ya göre Japonya dünyayı işgal etmek için önce Asya'yı fethedecek, bunun için de Çin'den başlayacaktı. Mançurya, Moğolistan ve Güney Çin denizi ülkelerini teslim alarak hedefine doğru gidecekti.
Çin'den sonra bu tezi okuduğunu iddia ederek bunu devlet meselesi haline getirmeye çalışan Rus casusluğunun efsane isimlerinden Dzerzhinsky oldu. Rus casus, 1925 yılında Manifesto'yu Troçki'ye sundu ve Japonya ile ABD arasında tez zamanda savaş çıkacağını iddia etti.
(Rothschild ailesi gibi daha nice tezgahlar varmış bu savaşın kurgulayıcıları arasında)
Dzerzhinsky ısrarcıdır ama Troçki de şüphecidir, metne inanmaz. O kadar ki, öldürüldüğünde hala sahte metin üzerine çalıştığı görülür.
Metnin sahte olabileceğinden dem vuranlardan biri de Bukharin'dir.
Savaş savı ve Tanaka Manifestosu 1931 yılında Shanghai China Critic'te yeniden piyasaya sürülür. Yayının ertesi günü Japonya Mançurya'yı işgal eder.
Bir adım daha atılır. Tanaka metninin tüm resmi kuruluşlarda okunması zorunlu hale getirilir.
1941 yılında bu kez Amerika'nın ünlü Click dergisi, Jane Russell'ın aralık dudaklarla şehvetli fotoğrafının yanında, Tanaka'nın metnini manşet yapar ve ABD, Japonya'nın bir sonraki hedefi diye yaygara çıkarır.
Birkaç gün sonra, 7 Aralık 1941'de İmparatorluk Hava Kuvvetleri Pearl Harbor'daki Hava Üssünü vurur. 2400 asker ölür ve filo batırılır.
Tanaka Manifestosu bu kez okullarda da elden ele gezmeye başlar. Yönetmen Frank Capra "Niye Savaşıyoruz, İmparatorluğun kölesi olmamak için" diye bir belgesel bile yapar.
Böyle bir metnin olmadığını ilk yazan 1932 yılında New York Times olur.
Günümüze dönersek Çin Komünist Partisi'nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde Jinping "Çin'e saldıranların kafalarını kırar, kanlarını akıtırız." falan demeye başlayınca Tanaka meselesi tekrar piyasaya sürüldü ve Japon, Çin, Amerikan ve Rus haber ajansları bir dizi haber geçti.
Bunu tekzip niteliğinde olsa gerek geçtiğimiz günlerde birçok yabancı yayın organında Thomas Rid'in araştırma metni yayınlandı: Tanaka'nın metni hiçbir zaman bulunamamıştı. O kadar ki, 1945'de SSCB Berlin'de molozların altında bile aramış, kömürleşmiş bir Almanca kopya bulmuştu ama Japonca orijinal kopyası asla var olmamıştı. Bu yüzden olsa gerek, Wikipedia risk almıyor, Tanaka biyografisinde Manifesto'ya yer vermiyor.
Wes Anderson, Cannes'da epey ses getiren yeni filmini görücüye çıkardı: "The French Dispatch" (Kasım ayında vizyona girecek) Gazetecilik üzerine bir film bu. Meselesi basın özgürlüğü olmayan mesleğin asıl yüklenicisi muhabirler olan bir film bu. Yirminci yüzyılın hayali bir Fransız şehrinde bir Amerikalı gazetecinin çıkardığı yayın organı etrafında geçiyor.
Şehir hayali ama filmde gerçek olaylara, 68'e de çokça yer veriliyor.
Benicio del Toro, Frances McDormand, Adrien Brody, Tilda Swinton, Owen Wilson, Tmiothee Chalamet, Willem Dafoe, Edward Norton, Bill Murray gibi birçok önemli oyuncunun yer aldığı film için yönetmeni: "Gerçek dünyada neler olup bittiğini gerçek muhabirlerden öğrenebiliriz. Bu film onlara saygı gösterisi ve gazeteciliğe aşk mektubumdur" diyor.
Gazetecilik aç gözlü patronlar ve yöneticiler yüzünden tarihsel bir dram yaşıyor olabilir ama onurlu muhabirleri yüzünden hala aşık olunmayı hak ediyor...